30 Ocak 2016 Cumartesi

Şarapçı Nuri



Bir yandan saate bakıyor, bir yandan da trafiğin açılmasını bekliyordum. Ankara’da trafik kolay kolay bu kadar kötü tıkanmazdı, özellikle de o an kullandığım İstanbul Yolu. Mutlaka bir kaza olmuş olmalıydı. İvedik çıkışını görünce Demetevler üzerinden gitmeye karar verdim, zira bu trafiğin açılacağı yoktu. Hem Demetevler’de büyümüş olduğum için tekrar oradan geçmek güzel olabilirdi. Uzun bir süredir çocukluğumun geçtiği semte uğramıyordum.

İvedik’ten çıkıp, MİT yerleşkesini geçene kadar trafik ışıklarında beklemek dışında çok vakit kaybetmedim. Sabah saatleri olduğu için bu yolda da bir miktar trafik vardı ama en azından akıyordu. MİT’i de geçtikten sonra Lalegül Kavşağı’na geldim. Bu kavşak Atatürk Orman Çiftliği’nden gelen yolla üstünde ilerlediğim Bağdat Caddesi’ni birleştiriyordu. O yüzden kavşakta yoğun saatlerde trafik oluşurdu. Bu kavşaktan sonra yol genişliyor, rahatlıyordu. Lalegül’ü geçtikten sonra işyerime rahatça gidebilecektim.



Yol iki şeritli olduğu için ikinci yeşil ışığı da görmeme rağmen kavşağı geçememiştim. Üçüncü yeşil ışığı beklemeye başladım. O anda önümdeki aracın sürücüsü yol kenarında ayakta bekleyen bir adamı yanına çağırdı ve camını açarak beş lira verdi. Adam belli belirsiz kafasını salladı ve geri çekildi. Bu adamı tanıyordum. Ben de camımı açtım ve adamı yanıma çağırmak için “Nuri abi!” diye bağırdım. Nuri Abi… Şarapçı Nuri… Sarhoş Nuri… Ayyaş Nuri… Deli Nuri…

***

Şarapçı Nuri çocukluğumun geçtiği mahallede yaşayan modern bir köy delisiydi. Hep merak etmişimdir, acaba Avrupa’da veya Amerika’da da bizdeki gibi bir “köyün delisi” kavramı var mıdır diye. Anadolu’da hemen hemen her köyün bir delisi vardır. Kimseye zararları olmaz, kendi hallerinde yaşayıp giderler. Köyün çocukları onlarla alay eder. Köyün büyükleri de bazen hallerine güler ama çoğu zaman da onlara yardım eder. Genelde de her köyde sadece bir tane deli olur. Sanki seçimle iş başına geliyorlarmış gibi… Her köyün bir muhtarı bir de delisi olmalıdır diye bir kanun var sanki…
Bizim mahallenin delisi de Şarapçı Nuri’ydi işte. Lalegül Kavşağı onun iş yeri, kavşağın karşısındaki park da eviydi. Nuri’yi her görüşümde aklıma gelen ilk kelime hep “pasaklı” olurdu. Adama bakınca ilk üstündeki pisliğe dikkat ederdiniz. Çamur ya da buna benzer bir pislik değildi, ama adam hep kirli gözükürdü. Birbirine karışmış koyu siyah saçları, kontrolden çıkmış bir şekilde uzamış gri sakalları da bu görüntüye yardımcı olmazdı.
O yıllarda, mahalle çocukları olarak Şarapçı Nuri’yi bu şekilde uzaktan görebilirdik sadece. Annelerimizin verdiği öğütlere kulak asarak, yanına yaklaşmazdık. Tekinsiz biri gibi gözüktüğünü biliyorduk, bu yüzden annelerimizi suçlamıyorduk. Ama o zamanlar bile merak ederdik, bu adam ne yiyor, nasıl hayatta kalıyor diye. Sadece söylentiler vardı. Kavşaktaki esnaflar hayrına yemek veriyor, kışın kalacak bir yer buluyorlar falan diye. Bu şekilde yaşıyor olmalıydı, yoksa özellikle Ankara’nın kışı evsiz biri için hiç de misafirperver sayılmazdı.
Nuri’nin bir başka özelliği de kesinlikle dilenmemesiydi. Birisi para verirse hayır demezdi elbette, nihayetinde şarap ucuz bir şey değildi. Dilenmezdi ama para beklerdi yani. Şarabı bittiğinde bu yüzden parktan çıkarak kavşağa gider trafik ışıklarının altında beklerdi. Tanıyan ya da acıyan birisi olursa yanına çağırır para verirdi. Nuri de bu şekilde şarap parasını çıkarır yoluna bakardı. Fazla kazanmak gibi kapitalist düşünceleri yoktu, onun için şarap parasını çıkarması kâfiydi.
Dediğim gibi annelerimizin telkinleri yüzünden Nuri’den korkardık. Okula gidip gelirken parktan geçmek yolumuzu kısaltırdı. Eğer parkta Nuri’nin gezdiğini görürsek yolumuzu uzatır, parkın etrafından dolaşırdık. Bizim köyün delisi, diğerlerinden farklıydı anlayacağınız. En azından bizim mahallenin çocukları onunla dalga geçmezdi ve korku nedenli olsa da ona saygı duyardı.
Bir Cuma günü okul çıkışı neşeli bir şekilde sınıftan arkadaşlarımla eve dönüyorduk. Hafta sonu tatiline girmiş olmanın da verdiği keyifle, parkta biraz vakit geçirip öyle eve gitmeye karar verdik. Çünkü eve gidince annelerimiz önce ödevlerimizi yapmamızı isteyecek, ondan sonra dışarı çıkmamıza izin verecekti. Böylece hafta sonu kafamız rahat olacakmış. Peh… Bizim kafamız zaten hep rahattı da, annelerimiz kendi kafalarının rahat olması için bunu istediklerini bize itiraf etmezlerdi tabi.
O zamanlarda yayınlanan çizgi filmlerden Transformers favorimizdi. Giriş müziğinin sözlerini gram İngilizcemiz olmamasına rağmen ezbere bilirdik. Bildiğimiz şey, şarkı sözünden ziyade sözlerin bize yansıyış şekliydi, ama olsun. Bu kadar sevdiğimiz bir çizgi film olunca, bugünkü gibi oyunlarını cep telefonunda veya bilgisayarda oynayamadığımız için, kendi oyunumuzu kendimiz yaratıyorduk. Sırt çantalarımızı ters takarak kendimiz birer robot oluyor, sonra da belirli kurallar çerçevesinde birbirimizle dövüşüyorduk. Vücudumuza değil, sadece çantalarımıza vurabiliyorduk. Bu şekilde kim düşerse oyunu kaybetmiş oluyordu. Biliyorum şu an anlatınca kulağa çok saçma geliyor ama bizim için herhangi bir bilgisayar oyunundan katbekat daha zevkliydi.
Bu şekilde ben de okul çantamı ters çevirerek göğsüme takmıştım. Bana doğru gelen arkadaşımdan kaçmak için yavaş adımlarla geri geri yürüyordum. Sinsi sinsi sırıtarak yürüyen arkadaşım birden durdu. Yüzüne baktım; gözleri büyümüş, ağzı açılmıştı. Ben geri geri yürümeye devam ederken, onun neden durduğunu anlamaya çalışıyordum. Birden sırtım sert bir şeye değdi ve çantanın da etkisiyle öne doğru düştüm. Yerdeyken kafamı çevirdiğimde Şarapçı Nuri tüm kirliliğiyle başımda dikiliyor bana bakıyordu. Bir çığlık attım, hızla ayağa kalkarak koşmaya başladım. Arkadaşlarım da benim bu tepkimi görünce korkmuş, onlar da aynı şekilde bağıra çağıra parkın dışına doğru koşmaya başlamışlardı. Koşarken tekrar arkama baktım. Nuri’nin gözlerini net bir şekilde gördüm, bana bakıyordu. Gözlerinde öfke ya da kızgınlık değil başka bir ifade vardı. O an bunu idrak edememiştim, ama eve gittikten sonra düşününce kavradım. O gözlerde hüzün vardı.
O günden sonra Şarapçı Nuri’den artık korkmadım. Yine de tekrar karşı karşıya gelmemeye dikkat ettim. İlkokulu bitirdikten sonra başka bir ilçedeki bir okula yazıldım. Oraya servisle gidip geldiğim için, parktan geçmek zorunda kalmıyordum. Liseye gelince başka bir mahalleye taşındık ve sonrasında bir daha Nuri’yi görmedim. Ta ki bugüne kadar…

***

Nuri hızlı adımlarla yanıma geldi. Vitesin arkasındaki bölmede duran bozuklukluları aldım ve Nuri’ye uzattım. Parayı aldı, yüz ifadesini hiç değiştirmeden başını hafifçe salladı ve arkasını döndü. “Şarap almayacaksın değil mi Nuri?” diye seslendim arkasından, bana doğru döndü ve “Hayır abi.” dedi fısıldarcasına. İnanmadım tabi. Nuri de benimle hiç konuşmamış gibi yolun karşısına geçti ve ilerdeki Tekel bayiine doğru ilerlemeye başladı.
Arkamdan gelen korna sesleri ile irkildim. Yeşil ışık yanmıştı. Gaza basarak uzaklaştım. Nuri’nin yanından geçerken, toplamış olduğu paraları saydığını gördüm. Bugünkü nevaleyi düzecekti böylece.


Ertesi gün, öğle saatlerinde işyerine gidiyordum. Her zamanki rotamdan sapıp, Demetevler tarafına yöneldim. Lalegül Kavşağı’na geldiğimde Nuri ortalıklarda gözükmüyordu. Arabamı yol kenarına park edip Tekel bayiine girdim. Kasanın arkasında oturan eleman ayağa kalkarak; “Hoş geldin abi. Buyur.” dedi.
“Ya abiciğim bir şey soracağım.” dedim.
“Tabi abi.”
“Şu kavşakta bekleyen evsiz adam…”
“Şarapçı Nuri?”
“Hah evet o. Nerde o? Gördün mü bugün?”
“Evet, parktadır şimdi. Bugün mesaiye başlamadı daha” dedi ve kıkırdadı.
“Dün geldi mi sana?” diye sordum.
“Evet, sabah saatlerinde bir şişe aldı. Bir şişe beyaz şarap. Hiç şaşmaz. Başka da bir şey içmez zaten. Yıllardır aynı…” dedi.
Güldüm. “Hadi ya” dedim, “Kırmızı da mı içmiyor?”
“Yok, abi, bilmiyorum, sadece beyaz. Bir iki kere dükkânda beyaz kalmamıştı, kırmızı vereyim dedim, istemedi.”
“Başka ne biliyorsun Nuri hakkında?” diye sordum, merakım artmıştı.
“Hiçbir şey abi. Pek konuşmaz zaten. Ama bir derdi olduğu kesin. Aslında kokusunu önemsemezsen, iyi adamdır. Kibardır bayağı. Her geldiğinde «Bir şişe beyaz şarap alabilir miyim lütfen?» diye sorar. Hep aynı şekilde.”
“İlginçmiş.” dedim. “Peki, abiciğim teşekkür ederim, hayırlı işler.”
Dükkândan çıkıp, yakındaki kebapçıya girip iki dürüm yaptırdım, yanına da iki ayran alıp parka gittim. Nuri işte ilerdeki bankta oturuyordu. Yanına yaklaştım. Düşünceli gözüküyordu.
“Merhaba” dedim. Düşüncelerinden sıyrılıp, bana baktı, başını hafifçe salladı. Dürümü ve ayranı uzattım. “Teşekkür ederim” dedi yine sessiz bir şekilde.
“Müsaade var mıdır?” dedim bankın boş tarafını işaret ederek. Eliyle boş yeri göstererek buyur etti. Yanına oturdum. Kabul ediyorum, adamdan etrafa çok pis bir koku yayılıyordu. Buna rağmen merakım ağır bastı ve kendime aldığım dürümü açarak yemeye başladım. İkimiz de yemeklerimizi sessizce yedik. Bir süre bu şekilde oturduktan sonra, “Nuri Abi neden hep beyaz şarap içiyorsun?” dedim.
“Katil o” dedi belli belirsiz.
“Nasıl yani?” dedim, “Ne katili?”. Cevap yok. “Kimi öldürdü beyaz şarap?” diye sordum, yine cevap vermedi. Bu sorumdan sonra hızla ayağa kalkıp kavşağa yöneldi. Anlaşılan yine mesaiye başlayacaktı. Ben de ayağa kalktım ve yanına seğirttim. On lira uzattım, döndü usulca elimden parayı aldı ve yoluna devam etti.
Sonraki üç ay boyunca haftada bir, yolumu Lalegül Kavşağı’na düşürüp, Nuri’yi ziyaret ediyordum. Zamanım oldukça kendisi ile oturup yemek yiyordum. Diğer zamanlarda da kebapçıya biraz para bırakarak, Nuri’ye yemek götürmesini tembihliyordum.
Nuri’ye olan alakamın nedeni acıma duygusu ya da kendi vicdanımı rahatlatma çabası değildi. Adamın gözlerindeki ifadenin bu duygulara yol açmasını bekleyebilirdiniz ama ben Nuri’ye yardım ederken çocukluğumu hatırlıyor, mahallemden biri olan Nuri Abi’yi gözetmem gerektiğini düşünüyordum.
Her ne kadar kendisi hakkında merak ettiğim şeyler olsa da Nuri pek konuşkan biri olmadığından, bu merakımı gideremiyordum. Merakımın amacı ise ona yardım etmekti. Neden bu şekilde yaşadığını öğrenebilseydim, belki bu hayatından kurtulmasına yardımcı olabilirdim. Ama görünüşe göre Nuri’nin bu yönde bir isteği yoktu. Konuşmak istemeyince ben de onun bu isteğine saygı duyuyor, üstelemiyordum.



Nuri’yi son görüşümün üstünden iki hafta geçmişti. Ailemle kısa bir tatil yapıp, Ankara’nın sakin ve düzenli hayatına geri dönmüştüm. O gün işe giderken yine Lalegül üstünden gitmeye karar verdim. Kavşağa yaklaştığımda Nuri ortalarda gözükmüyordu. Köşedeki pastaneden birkaç poğaça ve meyve suyu alıp parka yöneldim. Parkın her yerine bakmama rağmen Nuri’yi göremedim. Tekrar kavşağa dönüp Tekel bayiine girdim.
“Günaydın kardeşim.” diyerek selam verdim.
“Günaydın abi. Nasılsın?” diye karşılık verdi tezgâhın arkasındaki eleman. Beni görünce yüz ifadesi birden düşmüştü.
“İyiyim kardeşim. Sağ olasın. Nuri nerelerde? Parka gittim ama göremedim.” dedim.
“Abi… Nuri öldü.” dedi, başını öne eğerek. “Geçen hafta parkta cesedini buldular.”
“Allah rahmet eylesin.” diyebildim. Başımı önüme eğip ayakkabılarıma baktım. Sağ ayağımı istemsizce sağa sola oynatıyordum. Kafamı kaldırıp, “Eceliyle mi?” diye sordum elemana.
“Evet abi. Organ yetmezliği miymiş neymiş, devriye polis öyle söyledi akşamına. Onkoloji Hastanesi’ne kaldırmışlar, oradan da kardeşi gelip almış galiba.”
“Kardeşi mi?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Evet, Almanya’dan mı ne gelmiş adam.”
“İsmini biliyor musun?”
“Hayır, abi, polisin dediği kadarını biliyorum o kadar.”
Tekel bayiinden çıkıp yakında bulunan Onkoloji Hastanesi’ne gittim. Morgda kaydı olmalıydı. Nuri yaşarken sorularıma cevap vermemişti, ben de buna saygı duymuştum, ama bir kardeşi olduğuna göre ondan merak ettiğim bazı şeyleri öğrenebilirdim. Yaşarken ona yardım edememiştim, daha doğrusu kendisi bu yardımımı istememişti. Ama öldükten sonra bile olsa, onun hikâyesini öğrenmek için bir istek duyuyor, bu şekilde anısına, bendeki ve mahalledeki hatırasına yardım etmek istiyordum.
Morga gittiğimde bilgileri kolayca öğrendim. Geçen hafta ölen Ahmet Nuri Savaş. Yakını Hüseyin Savaş. Adres Frankfurt, Almanya. Buna rağmen Türkiye’ye kayıtlı bir cep telefonu numarası vardı. Hemen aradım. Hüseyin Bey’e açık bir şekilde kim olduğumu ve Nuri’yi nasıl tanıdığımı, kendisinin hikâyesini merak ettiğimi anlattım. Hüseyin Bey, çok anlayışlı biri çıktı. O gün Kırşehir’de memlekette olduğunu ve hala cenaze işleri ve evrakları ile uğraştığını söyledi. İki gün sonra Ankara’ya gelip Almanya’ya geri dönecekmiş. Bu şekilde iki gün sonra kısa bir görüşme için randevulaştık.
Hüseyin Bey ile Lalegül’deki pastanede buluştuk. Kısa bir görüşme için sözleşmiştik ama dört saate yakın oturup konuştuk. Bazen ağladık, bazen güldük. Hüseyin Bey de bu geçen haftada, buralarda abisinin hikâyesini araştırmış. Hüseyin Bey’in uzun uzun anlattığı Şarapçı Nuri’nin hikâyesini onun ağzından özetleyerek aktarıyorum.

***

Kırşehir’in merkez köylerinden Körpınarlıyız biz. Abim Ahmet Nuri benden iki yaş büyüktür. Ama zekâsı benden çok daha fazlaydı. Küçükken de çok zekiydi. Gerçi siz onun zeki hallerine pek rastlamamışsınız sanırım. Zekâsı resmen gözlerinde parıl parıl parlardı. İlkokula başladıktan sonra öğretmen eve gelip babama tembih etmişti; “Bu çocuğu iyi yetiştirin, iyi yetiştirirseniz çok büyük adam olur.” diye. Zaten abimi herkes severdi de, bu olayı babam köy kahvesinde anlattıktan sonra abim, tüm köyün göz bebeği oluvermişti.
Abim, ilkokulu bu şekilde spotlar ve alkışlar eşliğinde bitirdi. Sonrasında babam, Almanya ile imzalanan işgücü anlaşması çerçevesinde Almanya’ya göç etmeye karar verdi. 60’ların başı bu anlattığım… Ailecek, cümbür cemaat Frankfurt kentine göç ettik. İçimizde Almancayı en hızlı öğrenen tabi ki abim oldu, sonrasında bana ve kız kardeşlerimize de öğretti. Hep birlikte semtteki Alman okuluna kaydolduk. Orada bile abim hemen göze battı. Hocaların ona ilgisini görmeliydiniz. Bu şekilde ortaokul, lise falan derken üniversite çağına geldi. Abimin ünü, şehir, hatta eyalet sınırlarını aşmıştı. Bütün üst düzey okullar abimi istiyorlardı. Eve bile geldi birkaçı, babamla konuşup onu ikna etmek için… En sonunda Almanya’nın en iyi okulu Münih Teknik Üniversitesi’ne karar verildi ve abim Münih’e gitti.
Ben maalesef liseden sonra okuyamadım ve ticarete atıldım, abim kadar okuma sevdam da yoktu zaten. Ahmet Nuri, Münih’te üniversiteyi üç yılda bitirdi. İnanabiliyor musunuz? Almanya’nın en iyi okulunu üç yılda bitirmek, görülmüş şey değildi doğrusu. Sonrasında yüksek lisans için Amerika’ya, Harvard Üniversitesi’ne gitti. Matematik dâhisi diyorlardı ona orada. Biz de Frankfurt’ta ondan haber aldıkça gururlanıyorduk. Babam aynı Kırşehir’deki köyümüzde yaptığı gibi, mahallede açılan Türk lokaline gidip oğlunu anlatıyordu. Burada bile herkesin göz bebeğiydi. Tanıyan, bilen, gören, görmeyen herkes çok severdi abimi…
Yüksek lisansı bitirdikten sonra hepimizi şaşırtarak, doktorasını yapmak için Türkiye’ye gitti. ODTÜ’den özel olarak davet etmişler, abim de kıramamış. Almanya’da büyümemize rağmen babam bizi vatansever insanlar olarak yetiştirmişti, o yüzden anlayabiliyorum abimi.
İlerde evleneceği eşiyle de ODTÜ’de tanışmışlar zaten. Düğünü Kırşehir’de köyde yaptık. Abim o zamana doçent olmuştu bile. Düşünün daha otuz yaşında bile değildi. Düğünden iki sene sonra da yeğenim doğdu. İnanılmaz tatlılıkta bir kız. Sapsarı lüle lüle saçları vardı.  Hep takılırdım abime, “Ben bunu Frankfurt’a götüreceğim, Alman diye yutturacağım herkese!” diye. Gülerdi sadece. Çok konuşkan değildi Ahmet Nuri abim. Az ama öz konuşurdu. 
Otuzunda profesör oldu. Türkiye’nin en genç profesörlerinden biriydi. Profesör olduğu günün akşamında bölümdeki arkadaşları ile Kızılay’da bir kutlama yapmışlar. O akşam eşi, “İçme Nuri, fazla olacak.” dedikçe abim, “Beyaz şarap bu yahu. Bir şey olmaz.” diyerek bir şişe beyaz şarabı bitirmiş. Sonra kayınvalidesine gidip kızlarını da alıp ev yoluna koyulmuşlar. Yengem her ne kadar “Gitmeyelim, Nuri. Bu gece annemlerde kalalım.” dediyse de dinletememiş. Abim şarabın ve başarının sarhoşluğuyla dinlemiyormuş ki…
Eve giderlerken, işte tam da bu noktada, bu kavşakta, kaza yapmışlar. O zamanlar buralar şimdiki gibi yerleşim yeri değil. Kendisi, tam olarak hatırlamıyordu ama kaza raporuna göre abim direksiyon hâkimiyetini kaybedince, araba altı takla atmış. Yengemi ve yeğenimi bu kazada kaybettik. Abim ise birkaç kırıkla kurtuldu. Kurtuldu derken, fiziksel olarak sadece…


Cenaze işlemlerinden sonra abimi Frankfurt’a götürdük. Ama o kazadan sonra bizim bildiğimiz Ahmet Nuri gitti, yerine bambaşka bir adam geldi. Evden dışarı çıkaramıyorduk. Evde durduğu sürede de durup durup ağlıyor, “Onları ben öldürdüm!” diyerek kendini paralıyordu. Psikologlar, hocalar falan hiçbir fayda etmedi. Nitekim iki ay sonra bir gün evden çıktı, gitti ve ondan bir daha hiç haber alamadık. Ta ki geçen hafta emniyetten biri beni arayıp, onun öldüğünü söyleyene kadar.
Abim, bizim yanımızdan kaçtıktan sonra Türkiye’ye dönmüştü. Havaalanındaki soruşturmalarımızdan biz de o zamanlarda bunu öğrenmiştik ama İstanbul’dan sonra abimin izi kaybolmuştu. Yıllarca onu aradık, İstanbul, Ankara, Kırşehir… Ama bir türlü izine rastlayamadık. Bir süre sonra biz de artık gönlümüz elvermese de onu aramaktan vazgeçtik ve kendi hayatlarımıza döndük. Ama buraya geldikten sonra, sorup soruşturdum ve bunca yıl ne yaptığını iyi kötü öğrendim.
Abim tahmin ettiğim kadarıyla, İstanbul’dan direkt olarak Ankara’ya, kazanın olduğu yere gelmiş. Her gün bu noktaya gelerek eşini ve kızını hatırlamaya çalışıyormuş galiba. Her gün bu noktada kazayı tekrar tekrar yaşamış olmalı. Düşünebiliyor musunuz? Eşinin ve çocuğunun ölümünü her gün tekrar tekrar yaşıyorsun. Dayanılabilecek bir şey değil bu. İşte o noktada kendini içkiye vermiş. Her gün onları hatırlamış, onların hatırası acı verdikçe içmiş. İçki olarak da sadece beyaz şarap içiyormuş. Eşinin ve kızının ölümüne neden olduğunu düşündüğü beyaz şarap. Kim bilir belki de bu şekilde beyaz şarabın onu da öldüreceğini düşünmüştür. Böyle böyle bir süre sonra akıl sağlığını tamamen yitirmiş işte.
Sonrasında buradaki yerleşim artmış, insanlar gelmiş, dükkânlar açılmış. Abim hep buradaymış. Esnaf bu zavallı adamın kim olduğunu bilmiyormuş tabi. Nereden bilecekler matematik dâhisi bir profesör olduğunu? Onlara göre zavallı bir meczubun biriymiş sadece. Acımışlar kendisine… Yemeğini suyunu vermişler yıllarca. Ona önce şu anda park olan yerde bir kulübe yapmışlar, kışın donmasın diye. Belediye oraya park yapınca da belediye başkanı ile konuşarak bir odacık yapmışlar parktaki zabıta binasının arkasına. Bu zamana kadar da soğuk gecelerde orada kalıyormuş.
Yıllarca bu kavşakta ve parkta yaşamış abim. Çevresine kim olduğu ya da neden burada olduğu ile ilgili tek kelime etmemiş. Yıllarca içmiş, içmiş, içmiş. Bunca içki, sonunda karaciğerini bitirmiş doğal olarak. Geçen hafta da karaciğer yetmezliği nedeniyle parkta vefat etmiş. Kısacası umduğu gibi, eşini ve kızını öldüren beyaz şarap, sonunda onu da öldürmüş.
Bu bölgede ilk bakkalı açan esnaf ile konuştum. O zamanlar buraya dolmuş, otobüs falan gelmiyormuş. Arkadaşı ile birlikte, araba ile gelmişler, yeni yapılan apartmanlardan birinin altına bir bakkal açacaklarmış. Kavşakta abimi görmüşler, o zamanlar olay daha yeni. Abim de genç ve henüz akli dengesini tam kaybetmemiş anlaşılan. Adam abime sormuş; “Hemşerim, biz 1.caddeyi arıyoruz. Nerede biliyor musun?”
Abim, “Bilmiyorum” manasında başını sallamış.
“Peki, neresi burası? Sen niye bekliyorsun burada?” demiş.
Abim; “Lalegül” demiş. İşte bu bakkal, orayı soran ya da oraya gelen herkese “Burası Lalegül.” diye diye bu bölgenin adı Lalegül olmuş. Bakkal aslında bilmiyor, hatta oranın adının en baştan beri Lalegül olduğunu zannediyor hala. Ama orada abim, birinci değil ikinci soruya cevap vermiş. Yani “Niye burada bekliyorsun?” diye sorduklarında, “Lale… Gül…” diyerek kaybettiği dünyasını, hayatta en çok sevdiği, en çok değer verdiği varlıkları beklediğini söylemiş, çünkü abimin kızının adı Lale, eşinin adı ise Gül’dü.

***

Hüseyin Bey’in anlattığı, Şarapçı Nuri’nin, daha doğrusu kardeşi Ahmet Nuri Bey’in hikâyesi, yıllarca büyüdüğüm mahalle olarak gördüğüm Lalegül’ün, gerçek hikâyesini gözlerimin önüne sermişti. Hüseyin Bey ile ayrıldık, o günün akşamına Almanya’ya geri dönecekti. Ben de arabama atlayıp çok da uzak olmayan Karşıyaka mahallesine gittim. Karşıyaka Mezarlığı çevresindeki mermercilerden birine bir yazıt siparişi verdim.
Ertesi hafta mermerciden aldığım yazıtı Lalegül kavşağına getirip, refüjün ortasına yerleştirdim. Gerekli izinleri hafta içinde belediyeden almıştım. Yazıtın dikilmesine çevre esnaf da yardım etti. Yazıtta; “Lalegül Kavşağı – Ülkemizin değerli matematikçilerinden merhum Prof. Dr. Ahmet Nuri Savaş’ın elim bir kazada kaybettiği kızı Lale ve eşi Gül Hanım’ın anısına bu kavşağa “Lalegül” ismi verilmiştir. Ruhları şad olsun.” yazıyordu.
Mahallemizin Nuri Abi’sine yaşarken yardım edememiştim, ama bu yazıtla en azından onun hatırasına yardım edebileceğimi düşünüyor, o kavşağa yolu düşen herkesin bu yazıtı okuyarak ona hak ettiği saygıyı göstereceğini umuyordum.



*** SON ***

3 yorum:

  1. Çok güzel bir hikaye...Yıllardır o bölgede esnafım Şarapçı Nuri abiyide tanırdım fakat hikayesini ilk defa sizden dinledim gözlerim dola dola sonuna kadar okudum...Bu kavşağın adının da nereden geldiğini öğrenmiş oldum gerçekten teşekkürler Oğuzhan Bey....Emeğinize bilginize sağlık...

    YanıtlaSil