Ankara’nın soğuğu yine kendini göstermişti. Boşluğa doğru hohladım. Nefesimin dönüştüğü sıcak buhar bulutu, kuru ayazın içinde çözüldü. Arabamı işyerinin garajına parkettikten sonra, köşe başındaki poğaçacıdan bir peynirli bir patatesli poğaça almıştım. Sıcacık poğaçalardan gelen koku karnımı iyice acıktırmıştı. Yutkundum. Yürüyüşümü daha da hızlandırdım.
Ofise
gelir gelmez, ofisteki yemek ve temizlik işlerine bakan Melek Abla’nın
demlediği çaydan kendime bir bardak doldurdum. O anda Melek Abla mutfağa girdi;
“Gökhan,
ben getirirdim oğlum, sen niye zahmet ediyorsun?” dedi, başını yana bükerek.
“Ne
olacak abla? Ha sen doldurmuşsun, ha ben.” dedim bardağı sağ elime alıp, sol
elimle Melek Abla’nın omzuna dokunarak.
Yanından
geçerken omzuna dokunduğum elimi tuttu, hafifçe sıktı ve “İyi öyle olsun.”
dedi. Göremesem de sıcacık gülümsediğini biliyordum.
Hızlıca
kahvaltımı yapıp, üstünde çalıştığım projeme başlamak istiyordum. Çalıştığım
ofis, Ankara’nın en iyi mimarlık şirketlerinden birinin iki şubesinden biriydi.
Ankara’nın en hızlı gelişen semtlerinden, Çukurambar’da bulunuyordu. Bu semt
eskiden bir gecekondu mahallesiyken, bir anda en itibarlı mimarlık projelerinin
merkezi, Ankara gençliğinin gözde mekânlarının bulunduğu bir muhit haline
gelmişti. Başlarda iyi başlamış olsa da, plansız ve programsız şehircilik
anlayışımız sayesinde bu semti de en kısa sürede anlamsız beton yığınlarının
birbirleri ile sidik yarıştırdığı bir yer haline getirmiştik. Şirkettekiler ile
buraya artık Çukurambar, değil Çukurbok diyorduk. Aman patron duymasın. En çok
para kazandığı yerin böyle adlandırıldığını duymaktan keyif alacağını
zannetmiyorum.
Üstünde
çalıştığım proje de, yine Ankara’nın gelişmemiş bir gecekondu semtinde yapılacak
dört blokluk bir site projesiydi. İki hafta içinde bitirmem gerekiyordu. Proje ana
hatları ile ortaya çıkmış olmasına rağmen, birkaç estetik rötuş yaparak teslim
etmeyi düşünüyordum. Benim gibi iki yıl önce mezun olmuş genç bir mimara böyle
bir projenin verilmiş olması bizim şirket için bile çok alışılmış değildi. O
yüzden yaptığım iş ile açık açık gurur duyuyordum. Bu aralar bayağı mutluydum,
kısacası.
Önce
peynirli poğaçayı, sonra da patatesliyi yedim. Hep aynı sırada yerdim,
değişmezdi. Kupaya doldurduğum çayın son damlalarını da keyifle yudumladıktan
sonra, hafifçe yağlanmış ellerimi ıslak mendille silip, heyecanla birbirlerine
sürttüm ve çalışmaya koyuldum. Kısa bir süre çalıştıktan sonra, tasarım ile
ilgili grafik programımda bir şeyi beceremedim. Ofistekilerin bu programı hiç
kullanmadığını biliyordum. Benim kısa sürede öne çıkmamın nedenlerinden biri de
bu programdaki becerimdi aslında. Siz yine de bunu diğer arkadaşlara
söylemeyin.
Karşı
dairedeki reklamcılık ajansındaki Kenan’a danışma zamanı gelmişti işte yine.
Böyle ne yapacağımı bilemediğimde Kenan’a uğrar, iki dakikalık kısa bir
eğitimin ardından yapacağım şeyi çözmüş olurdum. Kenan aynı zamanda Melek
Abla’nın da oğluydu. Kendisi ile bayağı iyi anlaşıyorduk. Cuma günleri
mahalledeki arkadaşları ile yaptığı halı saha maçına beni de çağırıyor, maçlara
çoğu zaman da birlikte gidiyorduk. Tabi o gün ofiste sabahlamam gerekmiyorsa…
Bilgisayarda
oturumu kapattım, sanki biri gelip kurcalayacakmış gibi. Alışkanlık işte… Melek
Abla’nın yanından geçerken, “Abla, Kenan şirkette mi bugün?” diye sordum. Melek
Abla öğle yemeği için soğan doğruyordu, bana doğru dönmeden, “Bilmiyorum oğlum,
dün gece arkadaşında kaldı.” dedi. Ben bilirim o arkadaşı, diye düşündüm ve
gülümsedim. Melek Abla’ya bir şey söylemedim tabi.
Bizim
daireden çıktım ve karşı dairenin zilini çaldım. Kapının açılmasını beklerken,
ayağımla bilmediğim bir şarkıya ritim tutuyordum. Kapıyı sekreterleri açtı. “Buyurun
Gökhan Bey” dedi ve masasına geri dönüp, bilgisayarında çalışmaya devam etti.
Buraya çok sık geldiğimden artık bu şirketin bir çalışanı muamelesi görüyordum.
Umursamadan salondan açık ofise dönüştürülmüş alana yöneldim. Kenan, işte şu
arkadaki bölmede çalışıyordu. Bölmeden klavye sesi geliyordu. Bizim Kenan yine
sinirli sinirli e-posta yazıyordu anlaşılan. Bölmeye doğru sessiz adımlarla
yürüdüm, önündeki bölmenin arkasına saklandım. Hızlıca bölmenin üstünden kafamı
çıkarıp; “Napıyon la?” dedim, Ankara aksanıyla. Klavyenin başındaki kız,
“İyiyim la sen napıyon?” dedi yine aynı şekilde. O anki şokumu anlatamam.
Kafamı çıkardığım hızla geri indirdim ve bölmedeki sandalyeye çöktüm. Anlamsız
bir şekilde önümdeki kapalı monitöre bakmaya başladım, sanki yeterince uzun ve
gözümü kırpmadan bakarsam, zamanda beş dakika geri gidebilirmişim gibi.
Az
önce mahalleden bir delikanlı gibi seslendiğim kız, sandalyesini yana ittirerek
bölmeden dışarı çıktı. Göz göze geldik, gülümsedi, “Galiba Kenan Bey’i görmeye
geldiniz. Ben de kendisini bekliyordum. Hasan Bey onu burada beklememi söyledi.
O sırada ben de bazı çalışmalara bakıyordum.” dedi, sıcak bir ses tonuyla.
“Ha,
evet.” diyebildim ancak.
“Ben
Lale, yeni başladım.”
“Ben
de Gökhan.”
“Memnun
oldum.” dedi gülümseyerek. “Sizin göreviniz nedir?”
“Mimarım.”
dedim, şaşırdı. “Ha yok, ben bu şirkette çalışmıyorum. Karşı dairedeki
şirketteyim. Kenan arkadaşım da, bir şey sormaya gelmiştim.” diye devam ettim.
“Ya
öyle mi? Peki ben geldiğinizi Kenan Bey’e söylerim o zaman.” dedi ve tekrar
bilgisayara döndü.
Oturduğum sandalyeden usulca kalktım ve sekretere hiçbir şey söylemeden dairenin kapısını
arkamdan kapatarak, kendi masama döndüm. Karşımdaki monitörde dört bloklu
projenin perspektif görünüşü vardı, ama ben o ekranda bana doğru gülümseyen
Lale’yi görüyordum. Ne olmuştu ki bana? Âşık mı olmuştum yoksa? İlk görüşte aşk
kadar saçma bir şey olamayacağını düşünen ben… Hayır, bu imkânsızdı. Aşka olan
inancım bile şüpheliydi, çünkü hiç âşık olmamıştım. Âşık olacak olsam bile,
bunun birini uzun süre tanıdıktan sonra, geçen süre içinde gelişecek bir şey
olduğunu düşünüyordum. Form değiştiren sevgi yani… Günümüzün dejenere
ergenlerinin, her hafta “Ben aşık oldum!” deyip, ertesi hafta aşk acısı
çektiklerini zannedip, bir sonraki hafta da vıcık vıcık yeni aşklara yelken
açtıklarını gördükçe, aşk kavramının anlamsızlaştığına inanmıştım. Benim
yaşayacağım aşk, klişe olmayacak diye düşünüyor, kendimi sıradanlaşmış
toplumdan ayırarak, farklı ve özel olarak değerlendiriyordum.
Ama
işte bulunduğum noktada, içimde kelebekler uçuşuyor gibi hissediyordum.
Klişenin hası… Ben, sıradan bireyden farklı hisseden ve genel toplum
normlarının üstünde düşünen ben, ilk görüşte âşık mı olmuştum yani? Ne yaparsam
yapayım, gözümün önündeki Lale görüntüsünü kafamdan atamıyordum. Adeta kanlı
canlı karşımda gibiydi. Kumral düz saçları ince yüzünün kenarlarından omzuna
dökülüyordu. Parlak, kahverengi gözleri ile etrafına mutluluk saçıyor, ince
dudaklarındaki gülümseme ile bu mutluluğun üzerini süslüyordu. Beyaz teninden,
etrafa hoş rayihalar yayılıyordu sanki. Görüntüden koku alan beynim, belli ki
kendini kaybetmişti. Demek ki bu yüzden, büyüklerimiz, “Büyük konuşma!”
diyorlardı. Benim gibi rasyonel biri, resmen ortaokul bebesine dönmüştü.
Kendimi
toparlamam lazımdı. Patrona, iyi hissetmediğimi, kalan işlerimi evden
halledeceğimi belirten bir eposta attım. Çantamı hızlıca toparladım ve çıkışa
yöneldim. Beni gören Melek Abla, “Nereye oğlum?” diye sordu. “Çok iyi değilim,
eve gidip dinleneceğim.” diye ona da yalan söyledim. “Geçmiş olsun oğlum,
dikkat et kendine.” dedi arkamdan.
Daireden
çıkıp, kapıyı kapattım. Kafamı çevirdiğim anda karşımda Lale’yi gördüm. Önce
monitördeki gibi hayal gördüğümü sandım, ama sonra kendisi konuşmaya başlayınca
gerçek olduğunu anladım. “Merhaba Gökhan Bey.” dedi aynı sıcak ses tonuyla.
“Merhaba”
diyerek karşılık verdim.
“Kırtasiyeye
gidiyordum ben de. Birkaç ofis malzemesi alacaktım.”
“A
öyle mi? Hemen aşağı sokakta var bir tane. İstersen birlikte gidelim.” dedim,
söylediklerime inanamayarak.
“Evet,
sekreter hanım da öyle demişti. Zahmet olmasın size Gökhan Bey?”
“Gökhan
Bey ve siz diye hitap edersen olur.” dedim ve gülümsedim. Ben ne zaman böyle
çapkınca konuşmaya başlamıştım?
“Tamam”
dedi utanarak, ama gülümsedi yine de.
Kırtasiyeye
kadar birlikte yürüdük. Yol boyunca birbirimize klasik tanışma soruları sorduk.
“Nerelisin?”, “Nerede okudun?” gibi… Birbirimizi tanımaya başlamıştık bile.
Lale,
22 yaşında, Gazi üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinden yeni mezun olmuş.
Birkaç ay iş aradıktan sonra, Kenanların şirketinde bir iş bulmuş. Doğulu bir
ailede üç kız kardeşin en büyüğüymüş. Ama doğma büyüme Ankaralıymış. Bu
bilgilere göre sıradan bir kızdı işte, ama nedense bana hiç de öyle gelmiyordu.
Sonunda
bir iş bulduğu için çok mutluydu. İlk günün verdiği heyecanla, kırtasiyede
oradan oraya koşturuyor, renkli renkli kalemler, post-itler alıyordu. Hayat
doluydu. Bir de çok güzeldi.
“Ya
ilk geldiğinde, iyiyim la sen napıyon, dediğimde kızmadın değil mi? O an için
çok komik gelmişti.” dedi yanıma yaklaşarak.
“Yok,
canım, bir an şoka uğradım ben de Kenan’ın yerine seni görünce. Sorun değil
yani.” dedim.
Kasaya
gittik. Malzemeleri alarak şirketin hesabına kaydettirdi. Dışarı çıkıp tekrar
şirketin olduğu binaya kadar konuşa konuşa yürüdük. Binanın önüne geldiğimizde
artık birbirimizi iyi kötü tanıyorduk.
“Benim
bir yere gitmem lazım.” dedim, patrona attığım epostayı hatırlayarak. Bu
saatten sonra şirkete dönemezdim.
“Tamamdır
Gökhan, görüşürüz sonra” dedi elini sallayarak.
Binanın
garajındaki arabama yürüdüm, arabayı çalıştırdım ve ev yoluna koyuldum. Yol
boyunca Lale’yi düşünüyordum. Gülümsemesi bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Kafamı
dağıtmak için radyoyu açtım. Genellikle “Trance” ve “Yabancı Pop” tarzı
müzikler dinlerdim. Yine bu türden bir şarkı bulmak umuduyla radyo kanallarını
gezinmeye başladım. Bir iki frekans geçtikten sonra, Türkçe bir şarkı geldi.
Değiştirmedim, çünkü sözleri çok hoşuma gitti. Kadın bir şarkıcı, “Götür beni
gittiğin yere” şarkısını söylüyordu. Şarkı bitene kadar dinledim. Bittikten
sonra da cep telefonumdan aynı şarkıyı açıp, eve gidene kadar tekrar tekrar çaldım.
Arabadan inerken, şarkının sözlerini düşünüyordum; “Sensiz ben nefes alamam.”
ya da “Aşkındır beni yaşatan, beni
hayata bağlayan.” Allah’ım ne güzel sözlerdi bunlar, nasıl da beni
anlatıyorlardı. O anda arabeske bağladığımı fark ettim. Neler oluyordu bana? Bu
yaşa kadar belli düşünceler ve standartlar belirlemiş, hayatımı bunlara göre
sürdürmüştüm. Her şey Lale ile tanışıp, ona âşık olana kadarmış. O an kendime
tam olarak itiraf edemesem de, Lale’ye sırılsıklam âşık olmuştum.
Sonraki
bir hafta sürekli bahane üretip Kenan’ın yanına gitmeye başladım. Kenan’ın
yanına oturuyor, onunla muhabbet ediyordum. Ama sürekli artık kendi bölmesinde
çalışan Lale’yi izliyordum. Hafta sonuna doğru artık Kenan da bazı şeylerden
şüphelenmeye başlamıştı.
Cuma
akşamı birlikte halı sahaya giderken, birden konuyu açtı; “Oğlum hayırdır, bu
hafta bizim ofisten çıkmadın?”
“Niye
la? Rahatsız mı oldun” dedim savunmaya geçerek.
“Yok
lan ne alakası var? Sanki bu işin arkasında başka bir iş var gibime geldi.”
dedi sinsi sinsi sırıtarak.
“Yok
ya ne işi olacak? İstemiyorsan gelmeyiz bir daha.” dedim kafamı umursamazca
yana çevirerek.
“Lan
alınma hemen. Öylesine sordum.” dedi.
“İyi
peki.” dedim konuyu kapatmasını ümit ederek.
“Lale
için geliyorsun kabul et!” dedi birden. Cevap vermedim, önümdeki yola bakmaya
devam ediyordum.
“Oğlum
bunda utanacak bir şey yok ki. Güzel kız, hakkı var. Hem efendi hem de hayat
dolu. Çok yakışırsınız bence.” dedi koluma hafifçe vurarak.
“Vallahi
mi lan?” dedim umutla.
“Tabi
oğlum. Senden iyisini mi bulacak? Tamam bu iş bende, merak etme kardeşim.”
Bir
hafta sonra Kenan, eşi Hülya ve ben güzel bir restaurantta oturuyorduk. Kenan,
benim Lale ile muhabbeti ilerletip, onu yemeğe çıkaracak kadar becerikli
olmadığımı bilecek kadar beni iyi tanıyordu. O yüzden bu yemeği ayarlamıştı.
Lale ile ne konuştuğunu bilmiyordum, bana söylemiyordu, ama Lale gelmeyi kabul
ettiğine göre umutsuz olmam için bir neden yoktu.
Bir
süre muhabbet ettikten sonra, Lale masaya geldi. Tüm zarafetiyle selam verdi ve
masaya oturdu. Yemeğin başlarında hep birlikte sohbet ediyor, çok güzel vakit
geçiriyorduk. Tatlı faslına geçtikten sonra, Hülya’ya bir telefon geldi. “Tamam
anneciğim geliyoruz.” diyerek telefonu kapattı. “Annen aradı Kenan. Yiğit çok
ağlıyormuş. Gelin diyor.” dedi Kenan’a. “Tamam hayatım, gidelim o zaman.” dedi
ayağa kalkarak. Ben de kalkacak oldum, ama Kenan hemen araya girdi, “Yok yok
yok. Siz oturun bizim yüzümüzden kalkacak değilsiniz ya. Hem daha yeni tatlı
söyledik. Bizimkileri de yersiniz, boşa gitmesin.” dedi gülerek. Hülya, Lale’ye
hoşça kal derken, Kenan da benim elimi sıktı. Sıkarken göz kırpmayı ihmal
etmedi. Belli ki, Lale ile beni yalnız bırakmak için oyun oynamışlardı ve Melek
Abla da oyunun içindeydi. Hatta gecenin sonunda hesabı isteğimde, Kenan’ın
çıkarken onu da halletmiş olduğunu öğrendim. Ah be Kenan, ne güzel adammışsın
sen.
Kenanlar
gittikten sonra, Lale ile gece boyu konuştuk, birbirimizi daha da iyi tanıdık. Tanıdıkça ona daha çok âşık oldum. Restauranttan çıktıktan sonra onu evine
götürdüm. Arabadan inip iyi geceler diledikten sonra, tekrar arabama
yönelirken, omzumda elini hissettim. Döndüğümde kahverengi gözlerinde başka bir
şey gördüm. Daha önce bana bakan hiçbir gözde böyle bir bakış görmemiştim.
Uzanıp yanağıma bir öpücük kondurdu. Hızlıca arkasını dönüp, oturduğu binanın
dış kapısından içeri girdi ve gözden kayboldu. Ben ise öylece kalakalmıştım.
Elimi hızlıca yanağıma götürdüm ve sıkıca bastırdım. Sanki yeterince
bastırırsam, Lale’nin dudakları sonsuza kadar orada kalacaklarmış gibi. Lale’ye
olan aşkım işte o gece karşılıklı aşka döndü.
Sonraki
altı ay rüya gibi geçti. Ta ki o kâbus gününe kadar. Altı ay boyunca ayaklarım
yere değmedi. Lale hayatıma girdiği günden itibaren, farklı bir insana
dönüşmüştüm. Hayatım boyunca hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Beni asıl mutlu
eden Lale ile birlikte olmam değil, Lale’yi mutlu ettiğimi görmemdi. Kendim
için değil Lale için yaşıyordum artık. Attığım her adım, kalbimin her vuruşu
Lale içindi. Sevgililerin eskiden birbirlerine “Hayatım” dediklerini duyardım
ama içindeki anlamı hiç düşünmezdim. Lale de işte artık benim hayatımdı, onsuz
bir hayatı düşünmeyi bırakın, onsuz tek bir gün geçirebileceğimi bile
zannetmiyordum. Hayatımın en büyük kararını altı ay sonunda vermiştim, Lale ile
evlenecektim. Evlilik teklifim mükemmel olmalıydı, ama bir türlü güzel bir
fikir bulamıyordum. İnternette dolaşan viral teklifler kadar efsane bir teklif
yapmalıydım. Lale bunu hak ediyordu. Ama işte o gün, o kâbus günü, hayatımız ters yüz oldu.
Akşam
dışarı çıkacaktık. Lale bizim ofise geldi. Her zamanki gibi Melek Abla’yı
görünce boynuna sarıldı. Melek Abla da sevgi ile ona karşılık verdi. Lale, sonrasında
benim yanıma geldi. “Hazır mısın hayatım?” diye sordu. “Evet, hazırım.” dedim,
fakat o anda cep telefonuma bir mesaj geldi. Hastaneden Doktor Fatih Bey
göndermişti. Fatih Bey, babamın çok yakın bir arkadaşıydı. Bir hafta önce Lale
ile birlikte Fatih Bey’in çalıştığı hastanede checkup yaptırmıştık babamın
zoruyla. Onunla ilgili olabilirdi. Mesajı açtım, büyük harflerle “Acilen ofise
gelir misiniz?” yazıyordu. “Çok mu acil Fatih Bey? Lale ile dışarı çıkacaktık.”
yazdım. Cevap hemen geldi; “Şu an muayenehanemdeyim, hemen gelin lütfen.”
diyordu. Mesajları Lale’ye gösterdim. “Gidelim bakalım neymiş.” dedi omuzlarını
silkerek.
Yarım
saat sonra Lale ile birlikte Fatih Bey’in karşısında oturuyorduk. Fatih Bey bir
bana bir Lale’ye bakıyordu. Sanki bir şey söylemek istiyor da bir türlü nasıl
söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. En sonunda kafasını önüne eğdi. Çekmecesinden
bir kutu sigara çıkardı, içinden bir dal çıkarıp yaktı. Derin bir nefes çekti
ve ayağa kalktı. Pencerenin yanına gidip sert bir hareketle pencereyi açtı ve
içinde tuttuğu dumanı Ankara’nın sıcak nemsiz havasına bıraktı. Yoğun duman
havada özgürlüğüne kavuşmuş gibi dağılırken, Fatih Bey konuya girdi; “Checkup
testleriniz sonuçlandı. Fakat hiç beklemediğimiz bir sonuçla karşılaştık. Bunu
nasıl söyleyebileceğimi bilmiyorum.” dedi. Sigaradan bir nefes daha çekti ve yarısı
bitmiş sigarayı pencere pervazında söndürdü. Lale ile ben nefesimizi tutmuş,
Fatih Bey’i kaygıyla izliyorduk. Fatih Bey ağır hareketlerle masasına oturdu ve
gözümüzün içine baka baka hayatımızı zehir eden sözcükleri söyledi.
***
Donmuştum.
Ne hissedeceğimi, ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Üzüntü değildi hissettiğim, ya
da umutsuzluk. Daha çok koca bir hiç. Boşlukta olma tam olarak bu olmalıydı.
Lale de çok farklı değildi. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. Fatih Bey
orada yoktu artık. Başka kimse yoktu, koca dünyada yapayalnızdık, sadece
ikimiz… Birbirimizin göz bebeklerinde kaybolmuştuk, ama zihnimizin en dip
noktalarında birlikteydik. Fatih Bey, konuşmasına devam ediyor, ek bilgiler
veriyordu. Kendisini duyuyor, anlıyorduk ama sanki başka bir evrenden bizimle
konuşuyordu. Lalem… Nasıl da hüzünlü gözüküyordu. Ağlamak istiyor ama
ağlayamıyordu, benim üzülmemden korkuyordu. Güçlü durmaya çalışıyordu
zavallıcık. Fatih Bey’in ofisinden havada süzülen iki hayalet gibi çıktık.
Kanser
demişti Fatih Bey. Hodgkin Lenfoma… Üçüncü evredeymişim. Testlerde görüldüğü
kadarıyla çok hızlı ilerlemiş. Fark edilmese, çok kısa sürede dördüncü evreye
geçebilirmiş. En çok benim yaşlarımda görülüyormuş. Ümitli konuşmak istermiş,
ama üçüncü evre çok kritik bir evreymiş. Dördüncü evre olsaymış, şansım çok
daha az olurmuş. Yine de savaşmalıymışım. Kanseri yenen pek çok insan varmış.
Ama dediği gibi Hodgkin Lenfoma’da ihtiyatlı olmakta fayda varmış. Her türlü
sonuca kendimizi hazırlamalıymışız. Sadece hasta değil, yakınları da aynı
şekilde kendilerini alıştırmalıymış. Yine de sevgi ve destek ile bunun da
üstesinden gelebilirmişim.
Lale
ile sessizce Meşrutiyet Caddesi’nden aşağı doğru yürüyorduk. Koluma girmiş,
başını omzuma yaslamıştı. Güven Park’a kadar tek kelime etmedik. En yakın boş
banka oturduk. Hareketsiz bir şekilde karşıya bakıyordum. Karşımda ne vardı
göremiyordum, sadece bakıyordum. Lale’ye baktım. O da bana bakıyordu. Gözleri
ıslaktı. Bir süredir sessiz sessiz ağlıyor olmalıydı, fark etmemiştim.
Parmaklarımın dışıyla yanağını okşadım. Her ne kadar zorlasam da ben de gözyaşlarımı
engelleyemiyordum. Lale karşımda ağlarken, ben de ağlamalıymışım gibi
hissediyordum. Gözlerim bu hislerime kayıtsız kalamıyordu. Lale birden ayağa
kalktı. Bir adım attı ve geri dönüp önümde çömeldi. Ellerimi avuçlarının içine
aldı. “Evlenelim.” dedi sanki çok normal bir şey söylermiş gibi. “Günaydın.” der
gibi söylemişti. “Ama…” diyebildim sadece. Hıçkırıklarım daha fazlasına izin
vermedi.
“Aması
falan yok. Seni çok seviyorum. Başka bir şey söylememe de gerek yok. Seni hayatım
boyunca sevebileceğim her şeyden, herkesten daha çok seviyorum. Bu yeterli
değil mi?” dedi. Yüzünde yalvarır gibi bir ifade vardı.
“Fatih
Bey’in söylediğini duydun. Hastalık şimdiye kadar ilerlediği gibi ilerlerse en
fazla bir senemiz var. Doktor bize kendinizi her türlü sonuca hazırlayın diyor,
sen evlenelim diyorsun.” dedim. Gerçekçi olmalıydım.
“İşte
belki de bu yüzden hayatım. Seninle evlenmek istiyorum. Bir senemiz varsa bile,
bu günleri karı-koca olarak geçirelim istiyorum!” dedi. Kollarını isyan edermiş
gibi iki yana sallıyordu.
“Benden
sana bunu yapmamı isteme. Bencilce bir şey olur bu. Hayır, sana bunu yapamam.
Öleceğim, hayatım. Ölüp de seni dul bırakmak istemiyorum.” dedim kendime
kızarak.
“Öyle
konuşma hayatım. Ölmeyeceksin. Doktor da söyledi, savaşmalısın. Birlikte
üstesinden geleceğiz merak etme. Güçlü olmalıyız. Birbirimize destek
olmalıyız.” dedi ve boynuma sarıldı. Sonrasında hiç konuşmadık. Beceriksiz
hareketlerle beni öpüyor, sonra dayanamıyor, ağlıyor ve sımsıkı sarılıyor,
sonra tekrar öpüyordu. O gece, eve dönüp, sabaha kadar bu şekilde ağladık.
Sabah güneş doğarken, yorgunluktan bitap düşmüştük. Geri çekildi ve umutla
gözlerimin içine baktı. “Tamam, evlenelim” dedim gülümseyerek, ama içim kan
ağlıyordu.
Sonraki
ay, hayatımın en zor dönemlerinden biriydi. İşyerindekilere haber verdim.
Patronum, bu habere çok üzülmüş, işi dert etmememi, nasıl ve ne zaman istersem
ofise gelebileceğimi, maaşımın aynı şekilde düzgün bir şekilde yatacağını
söylemişti. Ayrıca, ekstra masraflar çıkarsa da hiç çekinmeden söylememi, bir
şekilde halledeceğini belirtmişti. Açıkçası, kendisini sevmeme rağmen bu kadar iyi
niyetli olabileceğini bilmiyordum. Kendisine şirketin özel sağlık sigortasının
tüm masrafları karşıladığını söyledim ama yine de teklifi için teşekkür ettim.
Patron neyse de, Melek Abla’nın haberi ilk öğrendiğinde bayılması benim için
çok zor oldu. Etraftakiler yetişmese, kadıncağız az kalsın başını yere
vuruyordu. Ayıldıktan sonra da yarım saat bana sarılıp ağladı, ben de onunla
birlikte… Hiçbir şey söyleyemedi. Söylemesine gerek de yoktu zaten, tüm
duyguları gözyaşları ile birlikte akıyordu.
Teşhisin
ardından tedavi süreci başladı. Lale her gün yanımdaydı. Doktor önce bölgesel radyoterapiye
başladı. Sonrasında gerekirse kemoterapiye geçeceklerdi. Hastalık da yavaş
yavaş etkilerini göstermeye başlıyordu. Halsizlik ve sürekli yorgunluk en kötü
belirtilerdi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Lale düğün konusunda çok
heyecanlıydı. Onun bu heyecanı bana da geçiyor, bu yüzden sık sık düğün gününü hayal ediyordum.
Hayatımın en mutlu dakikalarını hep Lale ile geçirmiştim ve o dakikalar Lale’yi
en mutlu ettiğim dakikalardı. Lale’nin düğünde ne kadar mutlu olacağını
düşündükçe ben de mutlu oluyordum.
Sıra
Lale’yi ailesinden istemeye gelmişti. Annem ve babamı altı yıl önce bir trafik
kazasında kaybettiğim için amcama konuyu açtığımda tereddüt etmeden Eskişehir’den
çıkıp geldi. Hasta olduğumu öğrendiğinde çok üzüldü ama bunu bana yansıtmamaya
çalıştı. “Bu da takdir-i ilahi oğlum. Elden bir şey gelmez. Ama sen bu kızla
evlenmek istediğine emin misin? İyice düşündün mü sonuçlarını?” diye sordu.
“Tabi ki amca. Onu mutlu etmek istiyorum. Kendim için değil, onun için onunla
evlenmek istiyorum.” dedim. “Peki, oğlum, madem senin kararın bu şekilde, gider
isteriz.” dedi.
Güzel
bir yaz akşamında, amcamlar ile birlikte Lale’yi istemeye gittik. Kanser, tüm
ağırlığıyla havaya çökmüştü. Herkes konuyu bilmesine rağmen, kimse bu konudan
bahsetmiyordu. Kısa bir muhabbetin ardından, amcam konuya girdi ve Allah’ın
emri peygamberin kavliyle Lale’yi babasından istedi. Babası üzgün bir şekilde
kızına baktı. Lale belli belirsiz gülümsemesiyle başını salladı, sonra da bana
baktı. Gözlerimiz tüm o kasvetin içinde buluştuğunda kanser yok olmuş gibi geldi
ikimize de. Biz birbirimizi çok seviyorduk ve evlenmek istiyorduk, o kadar
işte. O anda her şey bu kadar basitti. Yüzükler takıldı, kurdeleler kesildi,
alkışlar havada yankılandı. Nişanlanmıştık.
İki
nişanlı, bir yandan nişanlılığımızın keyfini çıkarmaya çalışıyor, bir yandan da
hastalık ile savaşıyorduk. Sinemaya, tiyatroya gidiyor, sokaklarda birbirimize
sarılmış şekilde hedefsizce yürüyorduk. Hastaneye gidiyor, radyoterapi seansına
giriyor, sonra iyi olacağız diye birbirimizi avutarak sabahı ediyorduk.
Tedavi
başlayalı iki ay olmuştu. Fatih Bey’in yönlendirdiği onkoloji doktoru Eren Bey
ile o gün randevumuz vardı. Randevu saatinde odasına girdik. Doktorun yüzünde mutlu
bir ifade vardı. “Ooo, buyurun buyurun. Çok güzel haberlerim var size.” dedi.
Masasının karşısındaki ikili koltuğa oturduk. Lale sağ elimi iki avucu arasına
almış, sıkıca bastırıyordu. Yüzünde ümit vardı, o ümit bana da yansıdı. Bir
kanser hastasına güzel haber olduğunu söylemek büyük bir cesaret ister, o
yüzden haberin ne kadar güzel olduğunu merak ediyordum.
“Haberler
iyi gençler.” dedi, bize hep bu şekilde hitap ederdi. “Hastalık duraksamaya
girmiş. Anlayacağınız, vücut tedaviye cevap veriyor.”
“Yaşasın!”
diye havaya zıpladı Lale. Ben biraz daha ihtiyatlı davranıyordum. Nihayetinde
kanser hala vardı, bir yere gitmemişti, sadece ilerlemiyordu.
“Yine
de ihtiyatlı olmakta fayda var.” dedi Eren Bey adeta düşüncelerimi okumuş gibi.
“Hastalık hala üçüncü evrede ama duraksamaya girmesi, gerileme olabileceğini de
gösterir.”
“Çok
güzel haber bu hayatım.” diyerek boynuma sarıldı Lale. Ben de sevinçle ona
sarıldım. Lale çok mutluydu.
Güzel
haberi alır almaz, bu haberin vermiş olduğu ümitle bir an önce düğünü yapalım
istedik. Üç hafta sonrasına güzel bir otelin salonunu ayarladık ve hemen tüm
sevdiklerimize haber verdik. Kenan ve Hülya’nın da yardımları ile tüm
hazırlıkları sorunsuz tamamladık. Rüya gibi bir düğünle evlendik. Lale düğün
boyunca o kadar mutlu o kadar neşe doluydu ki… Bunun mümkün olduğunu
bilmiyordum ama düğün gecemizde Lale’ye daha çok âşık oldum. Onu o gelinlik
içinde görünce… Bilemiyorum, dünya üzerinde daha güzel, daha mükemmel birinin
daha yürümüş olma ihtimali yoktu. Bana öyle geliyordu, biliyorum, ama benim
için gerçek buydu. Sonra aklıma kanser geldi. Ne olursa olsun, Lale’yi sonuna
kadar mutlu etmek için elimden geleni yapacaktım. Ne olursa olsun…
Tedavim
devam ediyordu, bu yüzden balayı yapamadık. Tedavinin etkisi ile kendimi çok
iyi hissetmiyordum. Çoğu zaman evde yatmak zorundaydım. Yine de evliliğimizin
ilk ayı mükemmel geçti. Cicim aylarımızdı nasıl olsa. Evde yemekler yaptık,
filmler ve diziler izledik, sabahlara kadar sohbet ettik. Birbirimize
doyamıyorduk. Birbirimize olan sevgimiz gün geçtikçe daha da artıyordu, sanki
böyle bir şey mümkünmüş gibi… O ayın sonundaki doktor randevumuza gittiğimizde
işte bu ayı böyle mutlu geçirmemizin de etkisiyle çok büyük umutlar taşıyorduk.
Kanser gerilemiş olabilir miydi? Hayatımızın en güzel ayının sonunda böyle
güzel bir haber alacak kadar kısmetli miydik?
Maalesef,
hayır. O kadar kısmetli olsak, kanser bizi bulmazdı zaten. Aksine,
kısmetsizdik. Eren Bey’in ofisine girdiğimizde adamın yüzünden düşen bin
parçaydı. Bir onkoloji doktorunun daha poker suratlı olması gerekmez miydi? Ya
da en azından duygularını biraz da olsa saklayabilmeydi. Adam, liseli genç kız
gibi tüm duygularını suratının ortasında yaşıyordu sanki…
“Buyurun
gençler, oturun.” dedi her zamanki hitap şekliyle. “Bunu söylemenin kolay yolu
yok. O yüzden direkt söylüyorum. Hastalık ilerlemiş.”
“Nasıl
yani?” diye atıldı Lale.
“Maalesef,
dördüncü evreye ilerlemiş. Hodgkin Lenfoma’da olağan bir durum bu. Bir an duraksamış
gibi gözükür. Ama bir bakarsın, gizli gizli yayılmış.”
“Ne
yapacağız?” diye sordum. Yıkılmıştım ama bunu Lale’ye göstermemeye
çalıştığımdan, ona hiç bakamıyordum.
“Tedaviyi
ağırlaştıracağız. Elimizde ne var ne yok, saldıracağız. Ama her şeye hazırlıklı
olmak lazım.” dedi Eren Bey. Son kelimeyi söyledikten sonra Lale’ye kısa bir
bakış attı. Bakışındaki acıma duygusunu, ben olduğum yerden hissettim.
“Kemoterapi
mi?” diye sordu Lale.
“Evet,
kemoya da başlayacağız. Ama radyoterapiyi tüm vücuda yaymamız gerekiyor. Tüm
lenf nodlarını hedef almamız gerekiyor.” dedi Eren Bey ve devam etti; “Yalnız
çocuklar, burada şunu söylemem gerek. Tüm vücuda radyoterapi uyguladığımızda,
büyük ihtimalle kısırlık yan etkisi oluşacaktır. O yüzden embriyo saklama
seçeneğini değerlendirmenizi isterim.”
Eren
Bey açık açık kısır olacağımı söylemişti. Yani dördüncü evredeki Hodgkin
Lenfoma’dan kurtulma ihtimalim olsa bile ilerde çocuğum olmayacaktı. Bu şekilde
üreme bölgesine radyoterapi uygulanmadan önce çoğu çift embriyo saklama yöntemi
ile çocuk umutlarını koruyorlardı. Bu benim tek başıma verebileceğim bir karar
değildi elbette. Akşam eve dönünce Lale ile bu konuyu konuşmaya karar verdim.
Yemekten sonra salondaki yatağıma uzandım. Lale de bir bardak çay doldurup
karşımdaki koltuğa oturdu ve televizyon kumandasını eline aldı.
“Ne
diyorsun?” diye konuyu açmaya çalıştım.
Kumanda
ile televizyonu kapattı. Daha dik oturdu. “Embriyo konusunda mı?” diye sordu.
Başımı evet anlamında salladım. “Bence yapmalıyız.” dedi, verdiği karardan
oldukça emin gözüküyordu.
“Ben
de düşünüyorum ama…” dedim, cümlenin devamını getiremiyordum.
“Biliyorum,
iyileşsen bile çocuğumuzun da bu yaşlarda hastalanmasından korkuyorsun. Ama
endişelenme hayatım. Ben de korkuyorum ama Eren Bey ile başlarda bu hastalığın
genetik etkilerini de konuşmuştuk.” dedi Lale.
“Ne
demişti ben çok hatırlamıyorum?” dedim, hastalık başladıktan sonra hafıza
konusunda çok da iyi değildim.
“Hodgkin
Lenfoma’da en yakın kişilerde görülme oranı artıyormuş evet ama hastalığın
nedeni tam olarak bilinemediğinden bu konuda kesinleşmiş bir tanı yok. Hem bu
kesin bir karar değil ki? Ne olmuş sanki. Sen iyileştikten sonra çocuk isteyip
istemediğimize tekrar oturur karar veririz. Ama bu kararı verebilmek için
şimdiden embriyo saklamamız gerekiyor hayatım.” dedi. Söyledikleri çok
mantıklıydı. Kabul ettim. Böylece çok düşük olan kurtulma ihtimalime rağmen,
embriyolar oluşturuldu ve donduruldu.
Tedavi
ağırlaştıkça durumum daha da kötüye gitti. Nefes almakta zorlanıyordum. Sürekli
hissettiğim yorgunluk daha da arttı. Ayrıca saçlarım tamamen dökülmeye başladı.
Bunu beklemeden saçlarımı kazıdım. O gün Lale beni o şekilde gördüğünde ilk
şokun ardından, “Çok güzel olmuşsun hayatım.” dedi, yanıma gelip alnıma bir
öpücük kondurdu ve yan odaya gitti. Odadan boğuk boğuk hıçkırık sesleri
geliyordu. Daha fazla dayanamadım, yatağıma gidip uzandım. Tüm baskılarıma
rağmen, gözyaşlarıma engel olamıyordum. Hayır, kendim için değil, yan odada
kafasına yastığa gömerek bana duyurmadan ağlamaya çalışan Lale’yi üzdüğüm için…
İki âşık, bir karı bir koca, bitişik odalarda birbirimizden ayrı ağlıyorduk,
ama kalplerimiz hiç olmadığı kadar birbirine yakındı yine de…
Bu
şekilde aylar geçti. Her ay Eren Bey’in ofisinden içeri girer girmez, doktorun
yüzünden hastalığın ilerlediğini daha ilk andan anlıyorduk. Gerçi bunun için
artık, onun yüzüne bakmamızın da bir gereği yoktu. Dokuz ay sonunda kanser tüm
lenf nodlarına ve damarlarına yayılmıştı. Artık geri dönülemeyecek noktaya
gelmiştik.
Günlük
yaşamımız da alt üst olmuştu. Ben zaten işe gitmeyi uzun zamandır bırakmıştım
da, Lale de artık işe gidemiyordu benim yüzümden. Lale’nin annesi de çoğu zaman
bizdeydi. Garibim Lale tek başına yetişemiyordu her işe elbette. Yürüyen bir
ölü gibiydim artık. Çoğu zaman mutsuz ve huysuzdum. Lale’ye olur olmaz şeylerde
kızdığım oluyordu. Onu hastalığımla üzdüğüm yetmezmiş gibi bir de bu dengesiz
ruhsal bunalımlarla üstüne cila atıyordum. O ise tüm bunları olgunlukla
karşılıyor, hep sakin kalıyor, sonra da beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Ona
kızdığım her olaydan sonra akşamına aklım başıma geliyor, pişman oluyor, uykuya
dalana kadar ağlıyordum.
O
son aylarda evde sürekli bir mutsuzluk havası vardı. Lale sürekli moralimi
yükseltmeye çalışıyor, espriler yapıyor ve beni neşelendirmeye çalışıyordu.
Bazen ona karşılık veriyor, gülüyordum, ama bazen bunu yapmaya bile gayretim
gelmiyordu. Hiç de öyle filmlerdeki gibi romantik son aylar geçirmiyorduk.
Gerçek kanser, filmlerdekinden çok farklıydı. Pis bir hastalıktı, sonunda
mutluluk ve romantizm yoktu, sadece umutsuzluk, mutsuzluk ve depresyon.
Her
şeye rağmen Lale’yi çok seviyordum. Aşkımda ya da sevgimde her hangi bir azalma
yoktu. Aksine günler geçtikçe daha da artıyordu. Kendimi ölüme hazırlamıştım.
Daha doğrusu öleceğimi kabullenmiştim artık ama Lale’yi kaybedeceğimi
kabullenemiyordum. Ya da onun beni kaybedeceğini… Yıkılacaktı, nasıl toparlayabilirdi,
kestiremiyordum. Bunları onun gözlerinden okuyabiliyordum. Benden sonrası için
bir planı yoktu. Ne olacağını o da bilmiyordu.
Son
ay hastaneye yatırılmak zorunda kaldım. Vaktimin iyice azaldığını
anlayabiliyordum. Çok zayıflamıştım. Yemek yiyemiyordum zaten. Serumları da artık
vücudum kabul etmiyordu. Eren Bey ve asistanları sürekli benimle
ilgilenmelerine rağmen durumum gittikçe daha da kötüleşiyordu. Lale ve annesi
sürekli hastanedeydiler. Babası da çoğu gün hastanede eşine ve kızına destek oluyordu.
Böylece son günlere girdik.
Serin
bir bahar günü akşamıydı. Ciddi bir nöbet geçirdim. Fakat kısa sürdü.
Organlarım yavaş yavaş iflas ediyorlardı. O akşam Lale ile son kez konuştuk.
Nöbetten sonra yanıma sokuldu. Elimi tuttu, “Beni çok korkuttun hayatım.” dedi.
Gözlerini gözlerime kilitlemişti.
“Hiç
iyi hissetmiyorum hayatım.” dedim zorlukla. “Sanki bu geceyi çıkaramayacakmışım
gibi geliyor.”
“Öyle
deme hayatım. İyi olacaksın. Sonra bu hastaneden çıkacaksın. Evimize gideceğiz.
Çocuklarımız olacak. Bozma moralini!” dedi. Sesinde endişe vardı.
“Hayatım,
öyle olmayacağını artık sen de çok iyi biliyorsun. Artık umutlanma zamanı
bitti, şimdi kabullenme zamanı. Öleceğim, hayatım. Ama seni de öldürmekten
korkuyorum.” dedim. Bu sözlerimden sonra başını öne eğdi ve sessizce ağlamaya
başladı. Tekrar başını kaldırdığında gözleri kızarmıştı bile. Parmaklarımı
ileri uzattım yanağında gezdirerek gözyaşlarını sildim.
“Sensiz
ben yapacağım?” dedi, hıçkırıklara boğulmamaya çalışarak. “Nasıl bir hayat
olacak o? Ona hayat denilebilir mi?”
“Atlatırsın
hayatım. Beni unutma yeter. Bundan sonra ikimiz için yaşayacaksın.” dedim
güçlükle. Nefes alıp vermek artık işkenceye dönüşüyordu.
“Seni
nasıl unutabilirim hayatım? Ben sensiz yaşamak istemiyorum.” dedi, gözyaşları
çağlayan ırmaklara dönüşmüştü. Artık onlara engel olmaya bile çalışmıyordu.
Benim ise ağlayacak enerjim dahi kalmamıştı. Yine de gözümden son birkaç yaş
damla süzüldü. Son nefesim gelmişti, farkındaydım. Kendimi zorlayarak karşılık
vermeliydim.
“Yaşayacaksın,
Gökhan, ikimiz için…”
***
Bunlar
Lale’nin son sözleri oldu. Sonrasında komaya girdi ve sekiz saat sonra öldü.
Beni bu dünyada bir başıma bırakarak... Biliyorum, “Kanser olan sen değil
miydin?” diye soracaksınız. Evet bendim. Doktor Fatih Bey, ofisine gittiğimizde
“Kanser… Hodgkin Lenfoma’ya yakalanmışsın kızım.” demişti Lale’ye ama o anda
ben Lale olmuştum. BEN kanser olmuştum. BEN, ölüme birinci sınıftan bir bilet
almıştım. Lale’nin vücudu kanser olmuş olabilirdi, ama benim ruhum ne olacaktı?
Asıl o an ben kanser olmuştum, ruhum kansere yakalanmıştı. Hem Lale’yi ilk
gördüğüm andan itibaren ben, ben değildim ki zaten… Kaç kere anlattım bunu size
değil mi? Ben benliğimden tamamen sıyrılmıştım bu aşkta. Ama o ofiste olay
boyut değiştirmişti. O anda hayatlarımız ters yüz olmuştu derken bunu
kastediyordum işte.
Evet,
o akşam Güven Park’ta Lale’nin dizlerine kapanıp, “Evlenelim!” diyen bendim,
Doktor Eren Bey’in odasında iyi haberi alınca “Yaşasın!” diye zıplayan da…
Düğün
gecemizde asıl neşeli olan bendim, hastalığın ilerlediğini öğrendikten sonra
Lale’yi embriyo saklamaya ikna eden de…
Lale
saçlarını kazıttığı gün onu öyle görmeye dayanamadığım için küçük odada, sırf
Lale duyup üzülmesin diye başımı yastığa gömüp, hıçkıra hıçkıra ağlayan da
bendim, o son akşam tüm çaresizliğimle isyan ederek “Sensiz ben ne yapacağım?”
diye soran da…
O
son sorumda çok haklıydım. Gerçekten de Lale öldükten sonra ne yapacağımı
bilemeden öylece yaşadım. Ona yaşama denebilir miydi bilmiyorum ama hayatta
kaldım işte. Aylar geçti üstünden ama bir türlü kendime gelemiyordum.
Kırılmıştım, bozulmuştum, ben de ölmüştüm kısacası. Kenan, Melek Abla, Lale’nin
annesi ve babası, amcamlar, ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar yardım etmeye
çalışsalar da fayda etmiyordu. İntihar bile edemiyordum, bunu Lale’ye ihanet
olarak görüyordum. O öleceği kesinleşmiş olmasına rağmen, sonuna kadar
savaşmışken, ben bu korkaklığı kendime yediremiyordum. Bu şekilde ecelimle
öleceğim günü bekleyecektim. Mutsuz, yalnız ve zavallıca… Yapacak bir şey
yoktu.
Ta
ki Eren Bey’den gelen o telefona kadar. Hastaneden dondurulmuş embriyolar için
aramışlardı. Anne öldüğüne göre artık embriyoları dolaptan kaldıracaklardı. Son
kez benden onay almaları gerekiyormuş. Doğmamış çocuklarımız… Lale’den bana
kalan tek şey… O anda hayatımın ikinci yaşama amacını buldum.
Embriyoları
Avrupa’ya götürdüm. Orada taşıyıcı bir anne vasıtasıyla, embriyolardan biri, dünyaya geldi. Dünyalar güzeli bir kızım oldu. Adını Leyla koydum. Aynı annesine benziyor.
Aynı gözler, aynı gülüş. Onu o kadar çok seviyorum ki… Lale’ye bir keresinde
“Seni hayatım boyunca sevebileceğim her şeyden, herkesten daha çok seviyorum.”
demiştim. Yanılmışım. Kızımızı da en az Lale kadar seviyorum. Biliyorum ki,
yanımda olsaydı o da onu çok severdi. Leyla ile tekrar doğdum ve artık onun
için yaşıyorum. Tek amacım onu mutlu edebilmek, aynı annesini mutlu etmek
istediğim gibi.
***
SON ***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder