15 Ocak 2016 Cuma

Sevebileceğim Her Şey





Ankara’nın soğuğu yine kendini göstermişti. Boşluğa doğru hohladım. Nefesimin dönüştüğü sıcak buhar bulutu, kuru ayazın içinde çözüldü. Arabamı işyerinin garajına parkettikten sonra, köşe başındaki poğaçacıdan bir peynirli bir patatesli poğaça almıştım. Sıcacık poğaçalardan gelen koku karnımı iyice acıktırmıştı. Yutkundum. Yürüyüşümü daha da hızlandırdım.

Ofise gelir gelmez, ofisteki yemek ve temizlik işlerine bakan Melek Abla’nın demlediği çaydan kendime bir bardak doldurdum. O anda Melek Abla mutfağa girdi;
“Gökhan, ben getirirdim oğlum, sen niye zahmet ediyorsun?” dedi, başını yana bükerek.
“Ne olacak abla? Ha sen doldurmuşsun, ha ben.” dedim bardağı sağ elime alıp, sol elimle Melek Abla’nın omzuna dokunarak.
Yanından geçerken omzuna dokunduğum elimi tuttu, hafifçe sıktı ve “İyi öyle olsun.” dedi. Göremesem de sıcacık gülümsediğini biliyordum.
Hızlıca kahvaltımı yapıp, üstünde çalıştığım projeme başlamak istiyordum. Çalıştığım ofis, Ankara’nın en iyi mimarlık şirketlerinden birinin iki şubesinden biriydi. Ankara’nın en hızlı gelişen semtlerinden, Çukurambar’da bulunuyordu. Bu semt eskiden bir gecekondu mahallesiyken, bir anda en itibarlı mimarlık projelerinin merkezi, Ankara gençliğinin gözde mekânlarının bulunduğu bir muhit haline gelmişti. Başlarda iyi başlamış olsa da, plansız ve programsız şehircilik anlayışımız sayesinde bu semti de en kısa sürede anlamsız beton yığınlarının birbirleri ile sidik yarıştırdığı bir yer haline getirmiştik. Şirkettekiler ile buraya artık Çukurambar, değil Çukurbok diyorduk. Aman patron duymasın. En çok para kazandığı yerin böyle adlandırıldığını duymaktan keyif alacağını zannetmiyorum.
Üstünde çalıştığım proje de, yine Ankara’nın gelişmemiş bir gecekondu semtinde yapılacak dört blokluk bir site projesiydi. İki hafta içinde bitirmem gerekiyordu. Proje ana hatları ile ortaya çıkmış olmasına rağmen, birkaç estetik rötuş yaparak teslim etmeyi düşünüyordum. Benim gibi iki yıl önce mezun olmuş genç bir mimara böyle bir projenin verilmiş olması bizim şirket için bile çok alışılmış değildi. O yüzden yaptığım iş ile açık açık gurur duyuyordum. Bu aralar bayağı mutluydum, kısacası.
Önce peynirli poğaçayı, sonra da patatesliyi yedim. Hep aynı sırada yerdim, değişmezdi. Kupaya doldurduğum çayın son damlalarını da keyifle yudumladıktan sonra, hafifçe yağlanmış ellerimi ıslak mendille silip, heyecanla birbirlerine sürttüm ve çalışmaya koyuldum. Kısa bir süre çalıştıktan sonra, tasarım ile ilgili grafik programımda bir şeyi beceremedim. Ofistekilerin bu programı hiç kullanmadığını biliyordum. Benim kısa sürede öne çıkmamın nedenlerinden biri de bu programdaki becerimdi aslında. Siz yine de bunu diğer arkadaşlara söylemeyin.
Karşı dairedeki reklamcılık ajansındaki Kenan’a danışma zamanı gelmişti işte yine. Böyle ne yapacağımı bilemediğimde Kenan’a uğrar, iki dakikalık kısa bir eğitimin ardından yapacağım şeyi çözmüş olurdum. Kenan aynı zamanda Melek Abla’nın da oğluydu. Kendisi ile bayağı iyi anlaşıyorduk. Cuma günleri mahalledeki arkadaşları ile yaptığı halı saha maçına beni de çağırıyor, maçlara çoğu zaman da birlikte gidiyorduk. Tabi o gün ofiste sabahlamam gerekmiyorsa…
Bilgisayarda oturumu kapattım, sanki biri gelip kurcalayacakmış gibi. Alışkanlık işte… Melek Abla’nın yanından geçerken, “Abla, Kenan şirkette mi bugün?” diye sordum. Melek Abla öğle yemeği için soğan doğruyordu, bana doğru dönmeden, “Bilmiyorum oğlum, dün gece arkadaşında kaldı.” dedi. Ben bilirim o arkadaşı, diye düşündüm ve gülümsedim. Melek Abla’ya bir şey söylemedim tabi.
Bizim daireden çıktım ve karşı dairenin zilini çaldım. Kapının açılmasını beklerken, ayağımla bilmediğim bir şarkıya ritim tutuyordum. Kapıyı sekreterleri açtı. “Buyurun Gökhan Bey” dedi ve masasına geri dönüp, bilgisayarında çalışmaya devam etti. Buraya çok sık geldiğimden artık bu şirketin bir çalışanı muamelesi görüyordum. Umursamadan salondan açık ofise dönüştürülmüş alana yöneldim. Kenan, işte şu arkadaki bölmede çalışıyordu. Bölmeden klavye sesi geliyordu. Bizim Kenan yine sinirli sinirli e-posta yazıyordu anlaşılan. Bölmeye doğru sessiz adımlarla yürüdüm, önündeki bölmenin arkasına saklandım. Hızlıca bölmenin üstünden kafamı çıkarıp; “Napıyon la?” dedim, Ankara aksanıyla. Klavyenin başındaki kız, “İyiyim la sen napıyon?” dedi yine aynı şekilde. O anki şokumu anlatamam. Kafamı çıkardığım hızla geri indirdim ve bölmedeki sandalyeye çöktüm. Anlamsız bir şekilde önümdeki kapalı monitöre bakmaya başladım, sanki yeterince uzun ve gözümü kırpmadan bakarsam, zamanda beş dakika geri gidebilirmişim gibi.
Az önce mahalleden bir delikanlı gibi seslendiğim kız, sandalyesini yana ittirerek bölmeden dışarı çıktı. Göz göze geldik, gülümsedi, “Galiba Kenan Bey’i görmeye geldiniz. Ben de kendisini bekliyordum. Hasan Bey onu burada beklememi söyledi. O sırada ben de bazı çalışmalara bakıyordum.” dedi, sıcak bir ses tonuyla.
“Ha, evet.” diyebildim ancak.
“Ben Lale, yeni başladım.”
“Ben de Gökhan.”
“Memnun oldum.” dedi gülümseyerek. “Sizin göreviniz nedir?”
“Mimarım.” dedim, şaşırdı. “Ha yok, ben bu şirkette çalışmıyorum. Karşı dairedeki şirketteyim. Kenan arkadaşım da, bir şey sormaya gelmiştim.” diye devam ettim.
“Ya öyle mi? Peki ben geldiğinizi Kenan Bey’e söylerim o zaman.” dedi ve tekrar bilgisayara döndü.
Oturduğum sandalyeden usulca kalktım ve sekretere hiçbir şey söylemeden dairenin kapısını arkamdan kapatarak, kendi masama döndüm. Karşımdaki monitörde dört bloklu projenin perspektif görünüşü vardı, ama ben o ekranda bana doğru gülümseyen Lale’yi görüyordum. Ne olmuştu ki bana? Âşık mı olmuştum yoksa? İlk görüşte aşk kadar saçma bir şey olamayacağını düşünen ben… Hayır, bu imkânsızdı. Aşka olan inancım bile şüpheliydi, çünkü hiç âşık olmamıştım. Âşık olacak olsam bile, bunun birini uzun süre tanıdıktan sonra, geçen süre içinde gelişecek bir şey olduğunu düşünüyordum. Form değiştiren sevgi yani… Günümüzün dejenere ergenlerinin, her hafta “Ben aşık oldum!” deyip, ertesi hafta aşk acısı çektiklerini zannedip, bir sonraki hafta da vıcık vıcık yeni aşklara yelken açtıklarını gördükçe, aşk kavramının anlamsızlaştığına inanmıştım. Benim yaşayacağım aşk, klişe olmayacak diye düşünüyor, kendimi sıradanlaşmış toplumdan ayırarak, farklı ve özel olarak değerlendiriyordum.
Ama işte bulunduğum noktada, içimde kelebekler uçuşuyor gibi hissediyordum. Klişenin hası… Ben, sıradan bireyden farklı hisseden ve genel toplum normlarının üstünde düşünen ben, ilk görüşte âşık mı olmuştum yani? Ne yaparsam yapayım, gözümün önündeki Lale görüntüsünü kafamdan atamıyordum. Adeta kanlı canlı karşımda gibiydi. Kumral düz saçları ince yüzünün kenarlarından omzuna dökülüyordu. Parlak, kahverengi gözleri ile etrafına mutluluk saçıyor, ince dudaklarındaki gülümseme ile bu mutluluğun üzerini süslüyordu. Beyaz teninden, etrafa hoş rayihalar yayılıyordu sanki. Görüntüden koku alan beynim, belli ki kendini kaybetmişti. Demek ki bu yüzden, büyüklerimiz, “Büyük konuşma!” diyorlardı. Benim gibi rasyonel biri, resmen ortaokul bebesine dönmüştü.
Kendimi toparlamam lazımdı. Patrona, iyi hissetmediğimi, kalan işlerimi evden halledeceğimi belirten bir eposta attım. Çantamı hızlıca toparladım ve çıkışa yöneldim. Beni gören Melek Abla, “Nereye oğlum?” diye sordu. “Çok iyi değilim, eve gidip dinleneceğim.” diye ona da yalan söyledim. “Geçmiş olsun oğlum, dikkat et kendine.” dedi arkamdan.
Daireden çıkıp, kapıyı kapattım. Kafamı çevirdiğim anda karşımda Lale’yi gördüm. Önce monitördeki gibi hayal gördüğümü sandım, ama sonra kendisi konuşmaya başlayınca gerçek olduğunu anladım. “Merhaba Gökhan Bey.” dedi aynı sıcak ses tonuyla.
“Merhaba” diyerek karşılık verdim.
“Kırtasiyeye gidiyordum ben de. Birkaç ofis malzemesi alacaktım.”
“A öyle mi? Hemen aşağı sokakta var bir tane. İstersen birlikte gidelim.” dedim, söylediklerime inanamayarak.
“Evet, sekreter hanım da öyle demişti. Zahmet olmasın size Gökhan Bey?”
“Gökhan Bey ve siz diye hitap edersen olur.” dedim ve gülümsedim. Ben ne zaman böyle çapkınca konuşmaya başlamıştım?
“Tamam” dedi utanarak, ama gülümsedi yine de.
Kırtasiyeye kadar birlikte yürüdük. Yol boyunca birbirimize klasik tanışma soruları sorduk. “Nerelisin?”, “Nerede okudun?” gibi… Birbirimizi tanımaya başlamıştık bile.
Lale, 22 yaşında, Gazi üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinden yeni mezun olmuş. Birkaç ay iş aradıktan sonra, Kenanların şirketinde bir iş bulmuş. Doğulu bir ailede üç kız kardeşin en büyüğüymüş. Ama doğma büyüme Ankaralıymış. Bu bilgilere göre sıradan bir kızdı işte, ama nedense bana hiç de öyle gelmiyordu.
Sonunda bir iş bulduğu için çok mutluydu. İlk günün verdiği heyecanla, kırtasiyede oradan oraya koşturuyor, renkli renkli kalemler, post-itler alıyordu. Hayat doluydu. Bir de çok güzeldi.
“Ya ilk geldiğinde, iyiyim la sen napıyon, dediğimde kızmadın değil mi? O an için çok komik gelmişti.” dedi yanıma yaklaşarak.
“Yok, canım, bir an şoka uğradım ben de Kenan’ın yerine seni görünce. Sorun değil yani.” dedim.
Kasaya gittik. Malzemeleri alarak şirketin hesabına kaydettirdi. Dışarı çıkıp tekrar şirketin olduğu binaya kadar konuşa konuşa yürüdük. Binanın önüne geldiğimizde artık birbirimizi iyi kötü tanıyorduk.
“Benim bir yere gitmem lazım.” dedim, patrona attığım epostayı hatırlayarak. Bu saatten sonra şirkete dönemezdim.
“Tamamdır Gökhan, görüşürüz sonra” dedi elini sallayarak.
Binanın garajındaki arabama yürüdüm, arabayı çalıştırdım ve ev yoluna koyuldum. Yol boyunca Lale’yi düşünüyordum. Gülümsemesi bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Kafamı dağıtmak için radyoyu açtım. Genellikle “Trance” ve “Yabancı Pop” tarzı müzikler dinlerdim. Yine bu türden bir şarkı bulmak umuduyla radyo kanallarını gezinmeye başladım. Bir iki frekans geçtikten sonra, Türkçe bir şarkı geldi. Değiştirmedim, çünkü sözleri çok hoşuma gitti. Kadın bir şarkıcı, “Götür beni gittiğin yere” şarkısını söylüyordu. Şarkı bitene kadar dinledim. Bittikten sonra da cep telefonumdan aynı şarkıyı açıp, eve gidene kadar tekrar tekrar çaldım. Arabadan inerken, şarkının sözlerini düşünüyordum; “Sensiz ben nefes alamam.” ya da  “Aşkındır beni yaşatan, beni hayata bağlayan.” Allah’ım ne güzel sözlerdi bunlar, nasıl da beni anlatıyorlardı. O anda arabeske bağladığımı fark ettim. Neler oluyordu bana? Bu yaşa kadar belli düşünceler ve standartlar belirlemiş, hayatımı bunlara göre sürdürmüştüm. Her şey Lale ile tanışıp, ona âşık olana kadarmış. O an kendime tam olarak itiraf edemesem de, Lale’ye sırılsıklam âşık olmuştum.


Sonraki bir hafta sürekli bahane üretip Kenan’ın yanına gitmeye başladım. Kenan’ın yanına oturuyor, onunla muhabbet ediyordum. Ama sürekli artık kendi bölmesinde çalışan Lale’yi izliyordum. Hafta sonuna doğru artık Kenan da bazı şeylerden şüphelenmeye başlamıştı.
Cuma akşamı birlikte halı sahaya giderken, birden konuyu açtı; “Oğlum hayırdır, bu hafta bizim ofisten çıkmadın?”
“Niye la? Rahatsız mı oldun” dedim savunmaya geçerek.
“Yok lan ne alakası var? Sanki bu işin arkasında başka bir iş var gibime geldi.” dedi sinsi sinsi sırıtarak.
“Yok ya ne işi olacak? İstemiyorsan gelmeyiz bir daha.” dedim kafamı umursamazca yana çevirerek.
“Lan alınma hemen. Öylesine sordum.” dedi.
“İyi peki.” dedim konuyu kapatmasını ümit ederek.
“Lale için geliyorsun kabul et!” dedi birden. Cevap vermedim, önümdeki yola bakmaya devam ediyordum.
“Oğlum bunda utanacak bir şey yok ki. Güzel kız, hakkı var. Hem efendi hem de hayat dolu. Çok yakışırsınız bence.” dedi koluma hafifçe vurarak.
“Vallahi mi lan?” dedim umutla.
“Tabi oğlum. Senden iyisini mi bulacak? Tamam bu iş bende, merak etme kardeşim.”
Bir hafta sonra Kenan, eşi Hülya ve ben güzel bir restaurantta oturuyorduk. Kenan, benim Lale ile muhabbeti ilerletip, onu yemeğe çıkaracak kadar becerikli olmadığımı bilecek kadar beni iyi tanıyordu. O yüzden bu yemeği ayarlamıştı. Lale ile ne konuştuğunu bilmiyordum, bana söylemiyordu, ama Lale gelmeyi kabul ettiğine göre umutsuz olmam için bir neden yoktu.
Bir süre muhabbet ettikten sonra, Lale masaya geldi. Tüm zarafetiyle selam verdi ve masaya oturdu. Yemeğin başlarında hep birlikte sohbet ediyor, çok güzel vakit geçiriyorduk. Tatlı faslına geçtikten sonra, Hülya’ya bir telefon geldi. “Tamam anneciğim geliyoruz.” diyerek telefonu kapattı. “Annen aradı Kenan. Yiğit çok ağlıyormuş. Gelin diyor.” dedi Kenan’a. “Tamam hayatım, gidelim o zaman.” dedi ayağa kalkarak. Ben de kalkacak oldum, ama Kenan hemen araya girdi, “Yok yok yok. Siz oturun bizim yüzümüzden kalkacak değilsiniz ya. Hem daha yeni tatlı söyledik. Bizimkileri de yersiniz, boşa gitmesin.” dedi gülerek. Hülya, Lale’ye hoşça kal derken, Kenan da benim elimi sıktı. Sıkarken göz kırpmayı ihmal etmedi. Belli ki, Lale ile beni yalnız bırakmak için oyun oynamışlardı ve Melek Abla da oyunun içindeydi. Hatta gecenin sonunda hesabı isteğimde, Kenan’ın çıkarken onu da halletmiş olduğunu öğrendim. Ah be Kenan, ne güzel adammışsın sen.
Kenanlar gittikten sonra, Lale ile gece boyu konuştuk, birbirimizi daha da iyi tanıdık. Tanıdıkça ona daha çok âşık oldum. Restauranttan çıktıktan sonra onu evine götürdüm. Arabadan inip iyi geceler diledikten sonra, tekrar arabama yönelirken, omzumda elini hissettim. Döndüğümde kahverengi gözlerinde başka bir şey gördüm. Daha önce bana bakan hiçbir gözde böyle bir bakış görmemiştim. Uzanıp yanağıma bir öpücük kondurdu. Hızlıca arkasını dönüp, oturduğu binanın dış kapısından içeri girdi ve gözden kayboldu. Ben ise öylece kalakalmıştım. Elimi hızlıca yanağıma götürdüm ve sıkıca bastırdım. Sanki yeterince bastırırsam, Lale’nin dudakları sonsuza kadar orada kalacaklarmış gibi. Lale’ye olan aşkım işte o gece karşılıklı aşka döndü.


Sonraki altı ay rüya gibi geçti. Ta ki o kâbus gününe kadar. Altı ay boyunca ayaklarım yere değmedi. Lale hayatıma girdiği günden itibaren, farklı bir insana dönüşmüştüm. Hayatım boyunca hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Beni asıl mutlu eden Lale ile birlikte olmam değil, Lale’yi mutlu ettiğimi görmemdi. Kendim için değil Lale için yaşıyordum artık. Attığım her adım, kalbimin her vuruşu Lale içindi. Sevgililerin eskiden birbirlerine “Hayatım” dediklerini duyardım ama içindeki anlamı hiç düşünmezdim. Lale de işte artık benim hayatımdı, onsuz bir hayatı düşünmeyi bırakın, onsuz tek bir gün geçirebileceğimi bile zannetmiyordum. Hayatımın en büyük kararını altı ay sonunda vermiştim, Lale ile evlenecektim. Evlilik teklifim mükemmel olmalıydı, ama bir türlü güzel bir fikir bulamıyordum. İnternette dolaşan viral teklifler kadar efsane bir teklif yapmalıydım. Lale bunu hak ediyordu. Ama işte o gün, o kâbus günü,  hayatımız ters yüz oldu.
Akşam dışarı çıkacaktık. Lale bizim ofise geldi. Her zamanki gibi Melek Abla’yı görünce boynuna sarıldı. Melek Abla da sevgi ile ona karşılık verdi. Lale, sonrasında benim yanıma geldi. “Hazır mısın hayatım?” diye sordu. “Evet, hazırım.” dedim, fakat o anda cep telefonuma bir mesaj geldi. Hastaneden Doktor Fatih Bey göndermişti. Fatih Bey, babamın çok yakın bir arkadaşıydı. Bir hafta önce Lale ile birlikte Fatih Bey’in çalıştığı hastanede checkup yaptırmıştık babamın zoruyla. Onunla ilgili olabilirdi. Mesajı açtım, büyük harflerle “Acilen ofise gelir misiniz?” yazıyordu. “Çok mu acil Fatih Bey? Lale ile dışarı çıkacaktık.” yazdım. Cevap hemen geldi; “Şu an muayenehanemdeyim, hemen gelin lütfen.” diyordu. Mesajları Lale’ye gösterdim. “Gidelim bakalım neymiş.” dedi omuzlarını silkerek.
Yarım saat sonra Lale ile birlikte Fatih Bey’in karşısında oturuyorduk. Fatih Bey bir bana bir Lale’ye bakıyordu. Sanki bir şey söylemek istiyor da bir türlü nasıl söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. En sonunda kafasını önüne eğdi. Çekmecesinden bir kutu sigara çıkardı, içinden bir dal çıkarıp yaktı. Derin bir nefes çekti ve ayağa kalktı. Pencerenin yanına gidip sert bir hareketle pencereyi açtı ve içinde tuttuğu dumanı Ankara’nın sıcak nemsiz havasına bıraktı. Yoğun duman havada özgürlüğüne kavuşmuş gibi dağılırken, Fatih Bey konuya girdi; “Checkup testleriniz sonuçlandı. Fakat hiç beklemediğimiz bir sonuçla karşılaştık. Bunu nasıl söyleyebileceğimi bilmiyorum.” dedi. Sigaradan bir nefes daha çekti ve yarısı bitmiş sigarayı pencere pervazında söndürdü. Lale ile ben nefesimizi tutmuş, Fatih Bey’i kaygıyla izliyorduk. Fatih Bey ağır hareketlerle masasına oturdu ve gözümüzün içine baka baka hayatımızı zehir eden sözcükleri söyledi.

***

Donmuştum. Ne hissedeceğimi, ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Üzüntü değildi hissettiğim, ya da umutsuzluk. Daha çok koca bir hiç. Boşlukta olma tam olarak bu olmalıydı. Lale de çok farklı değildi. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. Fatih Bey orada yoktu artık. Başka kimse yoktu, koca dünyada yapayalnızdık, sadece ikimiz… Birbirimizin göz bebeklerinde kaybolmuştuk, ama zihnimizin en dip noktalarında birlikteydik. Fatih Bey, konuşmasına devam ediyor, ek bilgiler veriyordu. Kendisini duyuyor, anlıyorduk ama sanki başka bir evrenden bizimle konuşuyordu. Lalem… Nasıl da hüzünlü gözüküyordu. Ağlamak istiyor ama ağlayamıyordu, benim üzülmemden korkuyordu. Güçlü durmaya çalışıyordu zavallıcık. Fatih Bey’in ofisinden havada süzülen iki hayalet gibi çıktık.
Kanser demişti Fatih Bey. Hodgkin Lenfoma… Üçüncü evredeymişim. Testlerde görüldüğü kadarıyla çok hızlı ilerlemiş. Fark edilmese, çok kısa sürede dördüncü evreye geçebilirmiş. En çok benim yaşlarımda görülüyormuş. Ümitli konuşmak istermiş, ama üçüncü evre çok kritik bir evreymiş. Dördüncü evre olsaymış, şansım çok daha az olurmuş. Yine de savaşmalıymışım. Kanseri yenen pek çok insan varmış. Ama dediği gibi Hodgkin Lenfoma’da ihtiyatlı olmakta fayda varmış. Her türlü sonuca kendimizi hazırlamalıymışız. Sadece hasta değil, yakınları da aynı şekilde kendilerini alıştırmalıymış. Yine de sevgi ve destek ile bunun da üstesinden gelebilirmişim.


Lale ile sessizce Meşrutiyet Caddesi’nden aşağı doğru yürüyorduk. Koluma girmiş, başını omzuma yaslamıştı. Güven Park’a kadar tek kelime etmedik. En yakın boş banka oturduk. Hareketsiz bir şekilde karşıya bakıyordum. Karşımda ne vardı göremiyordum, sadece bakıyordum. Lale’ye baktım. O da bana bakıyordu. Gözleri ıslaktı. Bir süredir sessiz sessiz ağlıyor olmalıydı, fark etmemiştim. Parmaklarımın dışıyla yanağını okşadım. Her ne kadar zorlasam da ben de gözyaşlarımı engelleyemiyordum. Lale karşımda ağlarken, ben de ağlamalıymışım gibi hissediyordum. Gözlerim bu hislerime kayıtsız kalamıyordu. Lale birden ayağa kalktı. Bir adım attı ve geri dönüp önümde çömeldi. Ellerimi avuçlarının içine aldı. “Evlenelim.” dedi sanki çok normal bir şey söylermiş gibi. “Günaydın.” der gibi söylemişti. “Ama…” diyebildim sadece. Hıçkırıklarım daha fazlasına izin vermedi.
“Aması falan yok. Seni çok seviyorum. Başka bir şey söylememe de gerek yok. Seni hayatım boyunca sevebileceğim her şeyden, herkesten daha çok seviyorum. Bu yeterli değil mi?” dedi. Yüzünde yalvarır gibi bir ifade vardı.
“Fatih Bey’in söylediğini duydun. Hastalık şimdiye kadar ilerlediği gibi ilerlerse en fazla bir senemiz var. Doktor bize kendinizi her türlü sonuca hazırlayın diyor, sen evlenelim diyorsun.” dedim. Gerçekçi olmalıydım.
“İşte belki de bu yüzden hayatım. Seninle evlenmek istiyorum. Bir senemiz varsa bile, bu günleri karı-koca olarak geçirelim istiyorum!” dedi. Kollarını isyan edermiş gibi iki yana sallıyordu.
“Benden sana bunu yapmamı isteme. Bencilce bir şey olur bu. Hayır, sana bunu yapamam. Öleceğim, hayatım. Ölüp de seni dul bırakmak istemiyorum.” dedim kendime kızarak.
“Öyle konuşma hayatım. Ölmeyeceksin. Doktor da söyledi, savaşmalısın. Birlikte üstesinden geleceğiz merak etme. Güçlü olmalıyız. Birbirimize destek olmalıyız.” dedi ve boynuma sarıldı. Sonrasında hiç konuşmadık. Beceriksiz hareketlerle beni öpüyor, sonra dayanamıyor, ağlıyor ve sımsıkı sarılıyor, sonra tekrar öpüyordu. O gece, eve dönüp, sabaha kadar bu şekilde ağladık. Sabah güneş doğarken, yorgunluktan bitap düşmüştük. Geri çekildi ve umutla gözlerimin içine baktı. “Tamam, evlenelim” dedim gülümseyerek, ama içim kan ağlıyordu.
Sonraki ay, hayatımın en zor dönemlerinden biriydi. İşyerindekilere haber verdim. Patronum, bu habere çok üzülmüş, işi dert etmememi, nasıl ve ne zaman istersem ofise gelebileceğimi, maaşımın aynı şekilde düzgün bir şekilde yatacağını söylemişti. Ayrıca, ekstra masraflar çıkarsa da hiç çekinmeden söylememi, bir şekilde halledeceğini belirtmişti. Açıkçası, kendisini sevmeme rağmen bu kadar iyi niyetli olabileceğini bilmiyordum. Kendisine şirketin özel sağlık sigortasının tüm masrafları karşıladığını söyledim ama yine de teklifi için teşekkür ettim. Patron neyse de, Melek Abla’nın haberi ilk öğrendiğinde bayılması benim için çok zor oldu. Etraftakiler yetişmese, kadıncağız az kalsın başını yere vuruyordu. Ayıldıktan sonra da yarım saat bana sarılıp ağladı, ben de onunla birlikte… Hiçbir şey söyleyemedi. Söylemesine gerek de yoktu zaten, tüm duyguları gözyaşları ile birlikte akıyordu.
Teşhisin ardından tedavi süreci başladı. Lale her gün yanımdaydı. Doktor önce bölgesel radyoterapiye başladı. Sonrasında gerekirse kemoterapiye geçeceklerdi. Hastalık da yavaş yavaş etkilerini göstermeye başlıyordu. Halsizlik ve sürekli yorgunluk en kötü belirtilerdi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Lale düğün konusunda çok heyecanlıydı. Onun bu heyecanı bana da geçiyor, bu yüzden sık sık düğün gününü hayal ediyordum. Hayatımın en mutlu dakikalarını hep Lale ile geçirmiştim ve o dakikalar Lale’yi en mutlu ettiğim dakikalardı. Lale’nin düğünde ne kadar mutlu olacağını düşündükçe ben de mutlu oluyordum.
Sıra Lale’yi ailesinden istemeye gelmişti. Annem ve babamı altı yıl önce bir trafik kazasında kaybettiğim için amcama konuyu açtığımda tereddüt etmeden Eskişehir’den çıkıp geldi. Hasta olduğumu öğrendiğinde çok üzüldü ama bunu bana yansıtmamaya çalıştı. “Bu da takdir-i ilahi oğlum. Elden bir şey gelmez. Ama sen bu kızla evlenmek istediğine emin misin? İyice düşündün mü sonuçlarını?” diye sordu. “Tabi ki amca. Onu mutlu etmek istiyorum. Kendim için değil, onun için onunla evlenmek istiyorum.” dedim. “Peki, oğlum, madem senin kararın bu şekilde, gider isteriz.” dedi.
Güzel bir yaz akşamında, amcamlar ile birlikte Lale’yi istemeye gittik. Kanser, tüm ağırlığıyla havaya çökmüştü. Herkes konuyu bilmesine rağmen, kimse bu konudan bahsetmiyordu. Kısa bir muhabbetin ardından, amcam konuya girdi ve Allah’ın emri peygamberin kavliyle Lale’yi babasından istedi. Babası üzgün bir şekilde kızına baktı. Lale belli belirsiz gülümsemesiyle başını salladı, sonra da bana baktı. Gözlerimiz tüm o kasvetin içinde buluştuğunda kanser yok olmuş gibi geldi ikimize de. Biz birbirimizi çok seviyorduk ve evlenmek istiyorduk, o kadar işte. O anda her şey bu kadar basitti. Yüzükler takıldı, kurdeleler kesildi, alkışlar havada yankılandı. Nişanlanmıştık.
İki nişanlı, bir yandan nişanlılığımızın keyfini çıkarmaya çalışıyor, bir yandan da hastalık ile savaşıyorduk. Sinemaya, tiyatroya gidiyor, sokaklarda birbirimize sarılmış şekilde hedefsizce yürüyorduk. Hastaneye gidiyor, radyoterapi seansına giriyor, sonra iyi olacağız diye birbirimizi avutarak sabahı ediyorduk.
Tedavi başlayalı iki ay olmuştu. Fatih Bey’in yönlendirdiği onkoloji doktoru Eren Bey ile o gün randevumuz vardı. Randevu saatinde odasına girdik. Doktorun yüzünde mutlu bir ifade vardı. “Ooo, buyurun buyurun. Çok güzel haberlerim var size.” dedi. Masasının karşısındaki ikili koltuğa oturduk. Lale sağ elimi iki avucu arasına almış, sıkıca bastırıyordu. Yüzünde ümit vardı, o ümit bana da yansıdı. Bir kanser hastasına güzel haber olduğunu söylemek büyük bir cesaret ister, o yüzden haberin ne kadar güzel olduğunu merak ediyordum.
“Haberler iyi gençler.” dedi, bize hep bu şekilde hitap ederdi. “Hastalık duraksamaya girmiş. Anlayacağınız, vücut tedaviye cevap veriyor.”
“Yaşasın!” diye havaya zıpladı Lale. Ben biraz daha ihtiyatlı davranıyordum. Nihayetinde kanser hala vardı, bir yere gitmemişti, sadece ilerlemiyordu.
“Yine de ihtiyatlı olmakta fayda var.” dedi Eren Bey adeta düşüncelerimi okumuş gibi. “Hastalık hala üçüncü evrede ama duraksamaya girmesi, gerileme olabileceğini de gösterir.”
“Çok güzel haber bu hayatım.” diyerek boynuma sarıldı Lale. Ben de sevinçle ona sarıldım. Lale çok mutluydu.


Güzel haberi alır almaz, bu haberin vermiş olduğu ümitle bir an önce düğünü yapalım istedik. Üç hafta sonrasına güzel bir otelin salonunu ayarladık ve hemen tüm sevdiklerimize haber verdik. Kenan ve Hülya’nın da yardımları ile tüm hazırlıkları sorunsuz tamamladık. Rüya gibi bir düğünle evlendik. Lale düğün boyunca o kadar mutlu o kadar neşe doluydu ki… Bunun mümkün olduğunu bilmiyordum ama düğün gecemizde Lale’ye daha çok âşık oldum. Onu o gelinlik içinde görünce… Bilemiyorum, dünya üzerinde daha güzel, daha mükemmel birinin daha yürümüş olma ihtimali yoktu. Bana öyle geliyordu, biliyorum, ama benim için gerçek buydu. Sonra aklıma kanser geldi. Ne olursa olsun, Lale’yi sonuna kadar mutlu etmek için elimden geleni yapacaktım. Ne olursa olsun…
Tedavim devam ediyordu, bu yüzden balayı yapamadık. Tedavinin etkisi ile kendimi çok iyi hissetmiyordum. Çoğu zaman evde yatmak zorundaydım. Yine de evliliğimizin ilk ayı mükemmel geçti. Cicim aylarımızdı nasıl olsa. Evde yemekler yaptık, filmler ve diziler izledik, sabahlara kadar sohbet ettik. Birbirimize doyamıyorduk. Birbirimize olan sevgimiz gün geçtikçe daha da artıyordu, sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi… O ayın sonundaki doktor randevumuza gittiğimizde işte bu ayı böyle mutlu geçirmemizin de etkisiyle çok büyük umutlar taşıyorduk. Kanser gerilemiş olabilir miydi? Hayatımızın en güzel ayının sonunda böyle güzel bir haber alacak kadar kısmetli miydik?
Maalesef, hayır. O kadar kısmetli olsak, kanser bizi bulmazdı zaten. Aksine, kısmetsizdik. Eren Bey’in ofisine girdiğimizde adamın yüzünden düşen bin parçaydı. Bir onkoloji doktorunun daha poker suratlı olması gerekmez miydi? Ya da en azından duygularını biraz da olsa saklayabilmeydi. Adam, liseli genç kız gibi tüm duygularını suratının ortasında yaşıyordu sanki…
“Buyurun gençler, oturun.” dedi her zamanki hitap şekliyle. “Bunu söylemenin kolay yolu yok. O yüzden direkt söylüyorum. Hastalık ilerlemiş.”
“Nasıl yani?” diye atıldı Lale.
“Maalesef, dördüncü evreye ilerlemiş. Hodgkin Lenfoma’da olağan bir durum bu. Bir an duraksamış gibi gözükür. Ama bir bakarsın, gizli gizli yayılmış.”
“Ne yapacağız?” diye sordum. Yıkılmıştım ama bunu Lale’ye göstermemeye çalıştığımdan, ona hiç bakamıyordum.
“Tedaviyi ağırlaştıracağız. Elimizde ne var ne yok, saldıracağız. Ama her şeye hazırlıklı olmak lazım.” dedi Eren Bey. Son kelimeyi söyledikten sonra Lale’ye kısa bir bakış attı. Bakışındaki acıma duygusunu, ben olduğum yerden hissettim.
“Kemoterapi mi?” diye sordu Lale.
“Evet, kemoya da başlayacağız. Ama radyoterapiyi tüm vücuda yaymamız gerekiyor. Tüm lenf nodlarını hedef almamız gerekiyor.” dedi Eren Bey ve devam etti; “Yalnız çocuklar, burada şunu söylemem gerek. Tüm vücuda radyoterapi uyguladığımızda, büyük ihtimalle kısırlık yan etkisi oluşacaktır. O yüzden embriyo saklama seçeneğini değerlendirmenizi isterim.”
Eren Bey açık açık kısır olacağımı söylemişti. Yani dördüncü evredeki Hodgkin Lenfoma’dan kurtulma ihtimalim olsa bile ilerde çocuğum olmayacaktı. Bu şekilde üreme bölgesine radyoterapi uygulanmadan önce çoğu çift embriyo saklama yöntemi ile çocuk umutlarını koruyorlardı. Bu benim tek başıma verebileceğim bir karar değildi elbette. Akşam eve dönünce Lale ile bu konuyu konuşmaya karar verdim. Yemekten sonra salondaki yatağıma uzandım. Lale de bir bardak çay doldurup karşımdaki koltuğa oturdu ve televizyon kumandasını eline aldı.
“Ne diyorsun?” diye konuyu açmaya çalıştım.
Kumanda ile televizyonu kapattı. Daha dik oturdu. “Embriyo konusunda mı?” diye sordu. Başımı evet anlamında salladım. “Bence yapmalıyız.” dedi, verdiği karardan oldukça emin gözüküyordu.
“Ben de düşünüyorum ama…” dedim, cümlenin devamını getiremiyordum.
“Biliyorum, iyileşsen bile çocuğumuzun da bu yaşlarda hastalanmasından korkuyorsun. Ama endişelenme hayatım. Ben de korkuyorum ama Eren Bey ile başlarda bu hastalığın genetik etkilerini de konuşmuştuk.” dedi Lale.
“Ne demişti ben çok hatırlamıyorum?” dedim, hastalık başladıktan sonra hafıza konusunda çok da iyi değildim.
“Hodgkin Lenfoma’da en yakın kişilerde görülme oranı artıyormuş evet ama hastalığın nedeni tam olarak bilinemediğinden bu konuda kesinleşmiş bir tanı yok. Hem bu kesin bir karar değil ki? Ne olmuş sanki. Sen iyileştikten sonra çocuk isteyip istemediğimize tekrar oturur karar veririz. Ama bu kararı verebilmek için şimdiden embriyo saklamamız gerekiyor hayatım.” dedi. Söyledikleri çok mantıklıydı. Kabul ettim. Böylece çok düşük olan kurtulma ihtimalime rağmen, embriyolar oluşturuldu ve donduruldu.
Tedavi ağırlaştıkça durumum daha da kötüye gitti. Nefes almakta zorlanıyordum. Sürekli hissettiğim yorgunluk daha da arttı. Ayrıca saçlarım tamamen dökülmeye başladı. Bunu beklemeden saçlarımı kazıdım. O gün Lale beni o şekilde gördüğünde ilk şokun ardından, “Çok güzel olmuşsun hayatım.” dedi, yanıma gelip alnıma bir öpücük kondurdu ve yan odaya gitti. Odadan boğuk boğuk hıçkırık sesleri geliyordu. Daha fazla dayanamadım, yatağıma gidip uzandım. Tüm baskılarıma rağmen, gözyaşlarıma engel olamıyordum. Hayır, kendim için değil, yan odada kafasına yastığa gömerek bana duyurmadan ağlamaya çalışan Lale’yi üzdüğüm için… İki âşık, bir karı bir koca, bitişik odalarda birbirimizden ayrı ağlıyorduk, ama kalplerimiz hiç olmadığı kadar birbirine yakındı yine de…


Bu şekilde aylar geçti. Her ay Eren Bey’in ofisinden içeri girer girmez, doktorun yüzünden hastalığın ilerlediğini daha ilk andan anlıyorduk. Gerçi bunun için artık, onun yüzüne bakmamızın da bir gereği yoktu. Dokuz ay sonunda kanser tüm lenf nodlarına ve damarlarına yayılmıştı. Artık geri dönülemeyecek noktaya gelmiştik.
Günlük yaşamımız da alt üst olmuştu. Ben zaten işe gitmeyi uzun zamandır bırakmıştım da, Lale de artık işe gidemiyordu benim yüzümden. Lale’nin annesi de çoğu zaman bizdeydi. Garibim Lale tek başına yetişemiyordu her işe elbette. Yürüyen bir ölü gibiydim artık. Çoğu zaman mutsuz ve huysuzdum. Lale’ye olur olmaz şeylerde kızdığım oluyordu. Onu hastalığımla üzdüğüm yetmezmiş gibi bir de bu dengesiz ruhsal bunalımlarla üstüne cila atıyordum. O ise tüm bunları olgunlukla karşılıyor, hep sakin kalıyor, sonra da beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Ona kızdığım her olaydan sonra akşamına aklım başıma geliyor, pişman oluyor, uykuya dalana kadar ağlıyordum.
O son aylarda evde sürekli bir mutsuzluk havası vardı. Lale sürekli moralimi yükseltmeye çalışıyor, espriler yapıyor ve beni neşelendirmeye çalışıyordu. Bazen ona karşılık veriyor, gülüyordum, ama bazen bunu yapmaya bile gayretim gelmiyordu. Hiç de öyle filmlerdeki gibi romantik son aylar geçirmiyorduk. Gerçek kanser, filmlerdekinden çok farklıydı. Pis bir hastalıktı, sonunda mutluluk ve romantizm yoktu, sadece umutsuzluk, mutsuzluk ve depresyon.
Her şeye rağmen Lale’yi çok seviyordum. Aşkımda ya da sevgimde her hangi bir azalma yoktu. Aksine günler geçtikçe daha da artıyordu. Kendimi ölüme hazırlamıştım. Daha doğrusu öleceğimi kabullenmiştim artık ama Lale’yi kaybedeceğimi kabullenemiyordum. Ya da onun beni kaybedeceğini… Yıkılacaktı, nasıl toparlayabilirdi, kestiremiyordum. Bunları onun gözlerinden okuyabiliyordum. Benden sonrası için bir planı yoktu. Ne olacağını o da bilmiyordu.
Son ay hastaneye yatırılmak zorunda kaldım. Vaktimin iyice azaldığını anlayabiliyordum. Çok zayıflamıştım. Yemek yiyemiyordum zaten. Serumları da artık vücudum kabul etmiyordu. Eren Bey ve asistanları sürekli benimle ilgilenmelerine rağmen durumum gittikçe daha da kötüleşiyordu. Lale ve annesi sürekli hastanedeydiler. Babası da çoğu gün hastanede eşine ve kızına destek oluyordu. Böylece son günlere girdik.
Serin bir bahar günü akşamıydı. Ciddi bir nöbet geçirdim. Fakat kısa sürdü. Organlarım yavaş yavaş iflas ediyorlardı. O akşam Lale ile son kez konuştuk. Nöbetten sonra yanıma sokuldu. Elimi tuttu, “Beni çok korkuttun hayatım.” dedi. Gözlerini gözlerime kilitlemişti.
“Hiç iyi hissetmiyorum hayatım.” dedim zorlukla. “Sanki bu geceyi çıkaramayacakmışım gibi geliyor.”
“Öyle deme hayatım. İyi olacaksın. Sonra bu hastaneden çıkacaksın. Evimize gideceğiz. Çocuklarımız olacak. Bozma moralini!” dedi. Sesinde endişe vardı.
“Hayatım, öyle olmayacağını artık sen de çok iyi biliyorsun. Artık umutlanma zamanı bitti, şimdi kabullenme zamanı. Öleceğim, hayatım. Ama seni de öldürmekten korkuyorum.” dedim. Bu sözlerimden sonra başını öne eğdi ve sessizce ağlamaya başladı. Tekrar başını kaldırdığında gözleri kızarmıştı bile. Parmaklarımı ileri uzattım yanağında gezdirerek gözyaşlarını sildim.
“Sensiz ben yapacağım?” dedi, hıçkırıklara boğulmamaya çalışarak. “Nasıl bir hayat olacak o? Ona hayat denilebilir mi?”
“Atlatırsın hayatım. Beni unutma yeter. Bundan sonra ikimiz için yaşayacaksın.” dedim güçlükle. Nefes alıp vermek artık işkenceye dönüşüyordu.
“Seni nasıl unutabilirim hayatım? Ben sensiz yaşamak istemiyorum.” dedi, gözyaşları çağlayan ırmaklara dönüşmüştü. Artık onlara engel olmaya bile çalışmıyordu. Benim ise ağlayacak enerjim dahi kalmamıştı. Yine de gözümden son birkaç yaş damla süzüldü. Son nefesim gelmişti, farkındaydım. Kendimi zorlayarak karşılık vermeliydim.
“Yaşayacaksın, Gökhan, ikimiz için…”

***

Bunlar Lale’nin son sözleri oldu. Sonrasında komaya girdi ve sekiz saat sonra öldü. Beni bu dünyada bir başıma bırakarak... Biliyorum, “Kanser olan sen değil miydin?” diye soracaksınız. Evet bendim. Doktor Fatih Bey, ofisine gittiğimizde “Kanser… Hodgkin Lenfoma’ya yakalanmışsın kızım.” demişti Lale’ye ama o anda ben Lale olmuştum. BEN kanser olmuştum. BEN, ölüme birinci sınıftan bir bilet almıştım. Lale’nin vücudu kanser olmuş olabilirdi, ama benim ruhum ne olacaktı? Asıl o an ben kanser olmuştum, ruhum kansere yakalanmıştı. Hem Lale’yi ilk gördüğüm andan itibaren ben, ben değildim ki zaten… Kaç kere anlattım bunu size değil mi? Ben benliğimden tamamen sıyrılmıştım bu aşkta. Ama o ofiste olay boyut değiştirmişti. O anda hayatlarımız ters yüz olmuştu derken bunu kastediyordum işte.
Evet, o akşam Güven Park’ta Lale’nin dizlerine kapanıp, “Evlenelim!” diyen bendim, Doktor Eren Bey’in odasında iyi haberi alınca “Yaşasın!” diye zıplayan da…
Düğün gecemizde asıl neşeli olan bendim, hastalığın ilerlediğini öğrendikten sonra Lale’yi embriyo saklamaya ikna eden de…
Lale saçlarını kazıttığı gün onu öyle görmeye dayanamadığım için küçük odada, sırf Lale duyup üzülmesin diye başımı yastığa gömüp, hıçkıra hıçkıra ağlayan da bendim, o son akşam tüm çaresizliğimle isyan ederek “Sensiz ben ne yapacağım?” diye soran da…
O son sorumda çok haklıydım. Gerçekten de Lale öldükten sonra ne yapacağımı bilemeden öylece yaşadım. Ona yaşama denebilir miydi bilmiyorum ama hayatta kaldım işte. Aylar geçti üstünden ama bir türlü kendime gelemiyordum. Kırılmıştım, bozulmuştum, ben de ölmüştüm kısacası. Kenan, Melek Abla, Lale’nin annesi ve babası, amcamlar, ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar yardım etmeye çalışsalar da fayda etmiyordu. İntihar bile edemiyordum, bunu Lale’ye ihanet olarak görüyordum. O öleceği kesinleşmiş olmasına rağmen, sonuna kadar savaşmışken, ben bu korkaklığı kendime yediremiyordum. Bu şekilde ecelimle öleceğim günü bekleyecektim. Mutsuz, yalnız ve zavallıca… Yapacak bir şey yoktu.
Ta ki Eren Bey’den gelen o telefona kadar. Hastaneden dondurulmuş embriyolar için aramışlardı. Anne öldüğüne göre artık embriyoları dolaptan kaldıracaklardı. Son kez benden onay almaları gerekiyormuş. Doğmamış çocuklarımız… Lale’den bana kalan tek şey… O anda hayatımın ikinci yaşama amacını buldum.
Embriyoları Avrupa’ya götürdüm. Orada taşıyıcı bir anne vasıtasıyla, embriyolardan biri, dünyaya geldi. Dünyalar güzeli bir kızım oldu. Adını Leyla koydum. Aynı annesine benziyor. Aynı gözler, aynı gülüş. Onu o kadar çok seviyorum ki… Lale’ye bir keresinde “Seni hayatım boyunca sevebileceğim her şeyden, herkesten daha çok seviyorum.” demiştim. Yanılmışım. Kızımızı da en az Lale kadar seviyorum. Biliyorum ki, yanımda olsaydı o da onu çok severdi. Leyla ile tekrar doğdum ve artık onun için yaşıyorum. Tek amacım onu mutlu edebilmek, aynı annesini mutlu etmek istediğim gibi.


*** SON ***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder