14 Şubat 2016 Pazar

Luccalı Luka




Koyu maviliğin dalgalı sularının ardından yükselen soluk Arnavutluk dağları bu uzaklıktan zar zor seçiliyordu. Luka, daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. O dağlar da artık Türklere aitti. Konstantinopolis düşeli 27 yıl olmuştu bile, ama bunun yarası Luka’nın şu an bulunduğu Otranto’da ve dahi tüm İtalya’da çok tazeydi. Uzun bir süre de kapanacağa benzemiyordu. Bunun üstüne şimdi artık Arnavutluk da Türklerin eline geçmişti.

Luka, çalan çan sesleriyle düşüncelerinden sıyrıldı. Pazar ayini başlayacaktı. Yazın gelişiyle ayin için bahaneler azalmıştı ve kentin büyük çoğunluğu katedrali dolduruyordu. Bu durum en çok Başpiskopos Agricolo’nun hoşuna gidiyordu. Bu sayede kilise adına topladığı bağışlar artıyor, bu bağışları Vatikan’a göndererek, en büyük hedefi olan kardinalliğe bir adım daha yaklaştığını düşünüyordu. Agricolo hırsları olan, akıllı bir adamdı.
Luka, Agricolo’yu kızdırmamak için burcun penceresinden uzaklaşarak katedrale doğru yürümeye başladı. Yolda gördüğü şehir halkı, ona selam veriyor, iyi dileklerini sunuyorlardı. Şehir halkı, henüz altı aydır tanımasına rağmen Luccalı bu genç rahibi çok sevmişti. Luka, Başpiskopos Agricolo’nun diğer yardımcısı, rahip Stefano’ya hiç benzemiyordu. Stefano’nun aksine, Luka vaktinin çoğunu kilise dışında geçiriyor, mümkün olan her şekilde şehir halkına yardım ediyordu. Yaklaşık on bin kişinin yaşadığı bu şehir, başlarda Luka’ya çok sıkıcı ve iç karartıcı gelmiş olmasına rağmen, Luka zamanla Otranto’yu sevmeye başlamış, son zamanlarda da şehre karşı derin bir bağlılık hissetmeye başlamıştı. Bu bağlılığını, Otranto’nun, doğduğu şehir Lucca’ya olan benzerliğine yoruyordu.
Luka, Konstantinopolis’in düştüğü yıl, İtalya’nın Toskana bölgesinde sevimli bir kıyı şehri olan Lucca’da dünyaya gelmişti. Annesi onu İncil yazarı Antakyalı Aziz Luka’ya benzetmiş ve adını Luka koymuştu. O kente dair anıları Luka için büyük önem taşıyordu. Görevi dolayısıyla bu tip düşünceler taşımaması gerekiyordu ama kim bilecekti ki? Bu hisler Luka’nın sırrıydı ve bu sırları kardeşleri gibi gördüğü Genoalı Gennaro ve Venezialı Vincenzo dışında kimse bilmiyordu. Bu sırrını düşününce aklına dostları geldi. Dostlarını ne kadar da çok özlemişti. Ne de olsa birlikte büyümüşlerdi.
Katedralden içeri girerek, Agricolo’nun yanına yöneldi. Başpiskoposun odasına girdiğinde, Stefano el pençe divan, yaşlı adamın yanında dikiliyordu.
“Ooo hoş geldiniz ekselansları, sizi görmek ne büyük onur!” dedi Agricolo, abartılı el hareketleri ile. Stefano, sinsice sırıtıyordu.
“Özür dilerim peder, herhangi bir mazeretim yok.” dedi açık sözlülükle Luka.
Luka’nın dürüstlüğü her zaman Agricolo’nun hoşuna gitmişti.
“Neyse artık ziyanı yok, hadi geç kalmayalım, insanlar toplanıyordur.” dedi ve Luka’nın sırtını sıvazladı. Stefano’nun sırıtışı silinmişti. Luka, Stefano’ya göz kırptı ve Agricolo’nun ardından ana salona yöneldi.
Ana salona girdiklerinde şehrin lideri ve yöneticisi Kont Francesco Largo’nun mihrabın önünde ayakta beklediğini gördüler. Yanında oğlu Ciro duruyordu. Ciro’nun yanında ise Luka’nın daha önce görmediği bir kız vardı. Luka kıza daha dikkatli bakmaya çalışırken, kız birden bakışlarını yerden kaldırdı ve Luka’ya baktı. Sanki Luka’nın ona baktığını hissetmişti.



Bir anda irkilen Luka, bakışlarını hızla kaçırdı ve Stefano’ya döndü, “Stef, Ciro’nun yanındaki kız kim?” diye sordu. Stefano kızgın bir bakış attı ve cevap vermedi. Luka iç geçirdi ama üstelemedi.
Agricolo’nun salona girdiği görüldüğünde kilise banklarında bir hareketlenme oldu ve herkes ayağa kalktı. Başpiskopos, mihraba çıktı ve ayine başladı. Luka ayin boyunca Ciro’nun yanında oturan güzel kızı izledi. Kız, birkaç kez Luka’nın bakışlarını yakalamıştı ama ters bir şey yapmamış, aksine Luka’ya gülümsemişti. Luka, bu anlarda bakışlarını kaçırmıştı, ama kızın gülümsemesi hoşuna gitmişti. Böyle düşündüğü sırada, Katolik bir rahip olduğunu ve aklından geçenlerin ne kadar tehlikeli olabileceğini kendi kendine tekrar hatırlatması gerekmişti. Bu hatırlatmadan sonra ayin sonuna kadar bir daha kıza bakmadı.
Ayin bittikten sonra, önce Kont Largo olmak üzere katedralde toplanmış insanlar, rahipleri ve başpiskopos Agricolo’yu tebrik etmeye geldi. Largo resmi bir şekilde Luka ve Stefano ile el sıkıştı ve Agricolo’nun karşısına geçti. Largo’nun ardından oğlu Ciro da Luka ve Stefano ile el sıkıştı, ama Agricolo’ya geçemedi, çünkü babası başpiskopos ile bir sohbete başlamıştı. Bu yüzden Stefano’nun karşısında kalmıştı. Ciro mecburiyetten Stefano ile havadan sudan konuşmaya başladı. Stefano soylu sınıfından hiç hazzetmez, onların Tanrı’nın insanlar arasındaki eşitlik ilkesine ters düştüğünü düşünürdü. Luka, Stefano’nun yüzünden okunan hoşnutsuzluğu görünce içinden kahkahalar atıyordu. O sırada kendisine uzanan narin bir el gördü. Kafasını kaldırdığında, hayatı boyunca gördüğü en güzel gözlerle karşı karşıya geldi.
Gözlerin sahibi, “Tebrik ederim peder, ruhani ihtiyaçlarımızı besleyen mükemmel bir ayin oldu.” dedi.
“Yüce efendimizin bize mirasını tebliğ ediyoruz sadece sinyorina.” diyerek karşılık verdi Luka. Rahiplik görevinden ödün vermemesi gerekiyordu. Kız, Stefano’ya doğru ilerlemek için o yöne doğru döndü ama sıra ilerlemiyordu, Largo ile Agricolo konuşmaya devam ediyorlardı. Kız bakışlarını önüne indirmişti.
Luka, daha fazla dayanamayarak, “Sizi ilk kez katedralde görüyorum sinyorina, şehrimize yeni mi katılıyorsunuz?” diye sordu.
Kız, hayır anlamında başını salladı ve gülümseyerek karşılık verdi; “Ah hayır. Adım Gemma Largo. Kont Largo’nun kızıyım. Bu yıl Napoli’de Kralımız Ferdinand’ın sarayında eğitim görüyordum. O yüzden şehrimize yeni geldim. Ben de sizi ilk kez görüyorum.”
“Evet, Vatikan’dan altı ay önce şehrimize atandım. Aslen Luccalıyım. Adım Luka.”
“Luccalı Luka demek.” dedi Gemma küçük bir kahkaha atarak, “Ne güzel.”
Luka gülümseyerek karşılık verdi. O sırada Largo ile Agricolo sohbetlerini bitirmiş ve kont başpiskoposu rahat bırakmıştı. Bu fırsatı kaçırmayan Ciro, Stefano ile yaptıkları eziyetli sohbeti derhal bitirmiş ve Agricolo’nun eline doğru kaçarcasına hamle yapmıştı.
Sıranın ilerlediğini gören Gemma tam adım atacakken Luka’ya döndü, “Görüşmek üzere peder. Sizinle tanıştığımıza sevindim.” dedi.
“Aynı şekilde sinyorina.” diye cevap verdi Luka ve protokoldeki diğer insanlarla tokalaşmaya devam etti. Tebrik merasimi boyunca el sıkıştığı insanlara gülümsüyor ve tebrikleri kabul ediyordu, ama aklı güzel gözlü Gemma’da kalmıştı.
Ayin bittikten sonra Agricolo, yardımcıları ile kısa bir toplantı yapmış, sonrasında o günlük işlerini halletsinler diye onları serbest bırakmıştı. Bu tip zamanlarda Stefano ya kütüphaneye kapanır, ya da küçük odasında dua ederdi. Luka ise bu vakti şehirde geçirir, insanlara her türlü işte yardım etmeye çalışırdı. Yardım edecek birini bulamazsa demirci Giovanni’nin atölyesine gider ya demirciye yardım eder, ya da kişisel projelerle uğraşırdı. Bu projelerde bazen kendine hançer döver, bazen de tunçtan küçük süs eşyaları yapardı.
Bugünkü planında da önce şehir meydanına inerek, yardım edebileceği birilerini bulmak, eğer bulamazsa Giovanni’nin atölyesine giderek bir süs eşyası yapmak vardı. Bu düşüncelerle katedralden çıkmak üzereydi ki, bir el, kolunu tuttu.
Geriye döndüğünde, Stefano, “Sinyorina Largo ile uzun uzun muhabbet ettiniz. Yoksa etkilendin mi ondan?” diye sordu. Sesinde kuşkucu ve suçlayıcı bir hava vardı.
“Sen de Ciro ile aynı şekilde, Stef… Sen Ciro’dan ne kadar etkilendiysen, ben de Gemma’dan o kadar etkilendim.” dedi Luka.
Stefano sinirlendi, gözlerini kıstı, “Hımf.” diye bir ses çıkararak Luka’nın kolunu bıraktı ve odasına yöneldi. Luka verdiği cevaptan dolayı kendini tebrik etti ve gülerek katedralden çıktı. Her geçen gün Stefano ile laf dalaşı yapmaktan daha çok hoşlanıyordu.
Şehir meydanında yapacak bir iş bulamayınca, Giovanni’nin atölyesine gitti. Giovanni, Luka’yı “İyi günler peder” diyerek karşıladı.
“İyi günler, Giovanni Usta. Yardım edebileceğim bir iş var mı?” diye sordu Luka.
“Yok, birkaç tane nal yapacağım ben. Sen kafana göre takıl.”
Luka, ocağın başına geçti ve çalışmaya başladı. Akşam olduğunda Otranto burçlarını resmettiği bir madalyon yapmıştı bile. Giovanni’ye veda etti ve katedrale doğru yürümeye başladı. Demircilik işi zevkli olduğu kadar yorucuydu. Bu gece güzel bir uyku çekecekti.
Yürürken, arkasından bir sesin “Peder! Peder Luka!” diye seslendiğini duydu. Sesin geldiği yöne döndüğünde Gemma’nın kendisine doğru hızlı adımlarla koştuğunu gördü, Gemma bir yandan da el sallıyordu. Luka da el sallayarak karşılık verdi.
“Peder Luka sizi gördüğüme çok sevindim.” dedi Gemma.
“Aynı şekilde sinyorina.” dedi Luka. Gemma, sabah olduğundan daha güzel görünüyordu.
“Ruhban sınıfının katedralin dışına çıktıkları pek görülmez ama siz bu saatte dahi dışarıdasınız.”
“Evet, genelde öyledir,” dedi Luka gülümseyerek, “Ben bildiğiniz rahiplerden değilim anlaşılan.”
Kısa bir kahkaha ile karşılık verdi Gemma, “Öyle gözüküyor, şehir halkı da sizi çok seviyor zaten.”
“Sağ olsunlar, sevgimiz karşılıklı.”
“Öyle öyle, bugün kiminle konuşup, sizi sorduysam, ne kadar iyi bir insan olduğunuzu söyleyip durdular.”
“İnsanlara beni mi sordunuz?” dedi Luka merakla.
Gemma’nın yanakları al al oldu, pot kırdığını ancak fark edebilmişti. “Yani, şehrimize yeni gelen bir rahibi merak ettiği için kontun kızını suçlayamazsınız, değil mi?”
Luka, Gemma’nın gafını idare edişine hayran kaldı. “Doğru diyorsunuz sinyorina, şehri ne kadar sevdiğinizi biliyorum. O yüzden soruşturma yapmak en doğal hakkınız.” dedi, Gemma’nın bahanesini güçlendirmeye çalışmıştı.
Gemma gülümsedi, “Otranto bizim annemiz. Bu şehir için hepimiz her türlü fedakârlığı yapmalıyız.” dedi.
Luka, cüppesinin cebinden, demirci Giovanni’nin atölyesinde bugün yaptığı madalyonu çıkardı. “O halde, bu hizmetkârınızın yaptığı bu madalyonu beğeneceğinizi umuyorum. Size layık değil ama kabul buyurunuz lütfen.”



“Otranto burçları mı? Ah hayır, kabul edemem bunu. Çok uğraşmış olmalısınız, pazarda yüksek bir meblağa satabilirsiniz bunu.”
“Benim için maddi bir değeri yok. Ama siz alırsanız manevi değeri çok yüksek olacak. Lütfen kabul edin.”
“Çok güzel bir madalyon bu… Ah, çok teşekkür ederim Luka.” dedi Gemma ve Luka’nın yanağına çekimser bir öpücük kondurdu. Daha sonra bir rahibi öptüğünü fark etti ve utanarak hızlı adımlarla şatoya doğru uzaklaştı.
Luka olduğu yerde kalakalmıştı. Bir yandan çok mutlu hissediyor, bir yandan birinin az önceki hadiseyi görüp görmediğini anlamak için etrafı kolaçan ediyordu. Anlaşılan, güvendeydi, kimsenin olan bitenden haberi yoktu. Derin bir oh çekti.
Tam bu sırada, kulakları sağır eden çan sesini duyarak irkildi. Zangoç, çanı sanki hayatı buna bağlıymış gibi büyük bir güçle sallıyor, tüm şehrin ilgisini kendisine çekmek istiyordu. Luka, çanın ritmine kulak verdi. Alarm ritmiydi bu, bir düşman tehlikesi var demekti.
Luka koşarak kale surlarındaki burca çıktı. Arnavutluk tarafına bakan pencereye ağır adımlarla yaklaştı. İşte oradaydılar, Osmanlı gemileri… Onlarca hilal sancaklı gemi, kararlı bir şekilde İtalya kıyılarına geliyordu. Luka kabaca gemileri saydı, yüzün üstünde kalyon, kadırga ve çektirme vardı. Osmanlı Donanması var gücüyle Otranto’ya saldıracaktı.
Luka burçtan inip, katedrale koştu. Doğruca Agricolo’nun odasına gitti. Tam o sırada bir haberci Agricolo’ya yaklaşan felaketin haberini veriyordu. Stefano da odada habercinin anlattıklarını pür dikkat dinliyordu. Haberci odayı terk ettiğinde, Agricolo’nun suratında acı ve korku ifadesi vardı.
Kısa süren bir sessizliğin ardından, Agricolo gerginliği bıçak gibi kesen o sözleri söyledi, “Oh, Yüce Meryem, Tanrı’nın annesi, biz günahkârlar için dua et, şimdi ve ölüm anında!”
Yarım saat içinde şehrin tüm ileri gelenleri Kont Largo’nun şatosunda, kabul odasında buluşmuşlardı. Luka ve Stefano da Agricolo’nun yardımcıları sıfatıyla, bu savaş toplantısında bulunuyorlardı.
“Başımıza büyük bir felaket geldi beyler.” diyerek giriş yaptı Kont Largo. “Kâfir Türkler, kıyılarımıza yaklaşmak üzereler.”
“Surlarda toplarımız yok mu? Hemen donanmayı top atışına tutalım!” dedi Stefano heyecanla ve onaylaması için başpiskopos Agricolo’ya baktı. Agricolo’nun bakışları çeliği delercesine sertti. Stefano haddi olmayarak kendisine soru sorulmadan konuşmuştu, hatasını anlayarak başını öne eğdi.
“Yardımcımı affedin. Genç rahipler bazen Tanrı sevgisi ile böyle heyecanlanabiliyorlar.” dedi Agricolo. “Ama söylediği mantıksız değil, Kont Largo, toplarımız ateşe hazır mı?”
“Hayır, başpiskopos, ateş edemiyoruz.” dedi Ciro. “Gemiler atış menzilimize girmiyorlar, rotaları güneydoğuya doğru gözüküyor. Donanma limana yaklaşmayacak. Sanırım güneydoğudan karadan gelip, güney kapısını kuşatacaklar.”
“Hemen tüm halkı iç kaleye çağırmamız gerekiyor. Gerekli ayarlamalar yapılsın.” dedi Largo yanında duran baronlardan birine. Şişman baron anladığını ifade eder şekilde başını salladı.
“Ciro, sen de bir an önce kralımız Ferdinand’a haber vermek ve yardım istemek için Napoli’ye gitmelisin. Kralımıza sadece Otranto ve Napoli’nin değil, tüm İtalya’nın, hatta Roma’nın tehlike altında olduğunu anlat.” dedi Largo, heyecanla.
Ciro emri alır almaz, bir an önce Napoli’ye gitmek için odayı terk etti. Luka, Agricolo’ya bakarak bir şey söylemek istediğini işaret etti. Başpiskopos başıyla onayladı. Luka, boğazını temizledi ve söze girdi, “Peki Türkler ile bir görüşme yapacak mıyız?” diye sordu.
“O pis kâfirler zaten bize geleceklerdir. Hakaretler ederek güzel şehrimizi terk etmemizi isteyecekler. Bu iş diplomasi ile çözülmeyecek sayın peder. Kılıçlarımızın, Adriyatik’i Türklerin kanları ile boyamaları neticesinde çözülecek.” dedi Largo.
Largo’nun söylediklerinin ilk cümlesi doğru çıktı. Sabah saatlerinde surlarda bir hareketlilik oldu. Küçük bir Osmanlı grubu kapıya yaklaştı ve elçi olarak geldiklerini duyurdular. Largo maiyetiyle birlikte şatoda kabul odasında elçileri bekliyordu.
“Teslim olmayı mı önerecekler dersiniz Kont Lar-?” diye sordu Agricolo.
“Ne önerecekleri umurumda değil.” diyerek Agricolo’nun sözlerini kesti Largo. O sırada elçiler huzura geldi. Luka, Largo’nun yanında duran Agricolo’nun hemen sağında duruyordu. Elçiler salona girer girmez, Largo’nun maiyetini hızlıca gözden geçirdiler. Sanki Luka’ya, elçilerin gözleri onun üstünde gereğinden fazla kaldı gibi geldi.
“Bu kalenin efendisi kimdir?” diye bağırdı daha uzun olan elçi. Akıcı bir İtalyanca ile konuşuyordu.
“Kim bilmek ister?” diyerek karşılık verdi Largo.
“Ben, Osmanlı Donanması’ndan Pençe Bey ve yanımda duran yiğit, can yoldaşım Can Ali Bey, Osmanlı Kaptan-ı Derya’sı Gedik Ahmet Paşa’nın görevlendirmesiyle, Roma’nın varisi Konstaniyye Fatihi Sultan Mehmed Han adına bilmek isteriz.” dedi Pençe.
“Ben, Napoli Kralı Ferdinand’ın hizmetkârı Kont Largo. Bu kalenin, içindeki ve dışındaki tüm insanların, hayvanların ve arazilerin sahibi ve efendisiyim.” dedi Largo.
“O zaman Kont Largo…”
“Dur bakalım orada pis Türk!” diyerek elçinin sözünü kesti Largo. “Sen kim oluyorsun da bana hitap edebileceğini zannediyorsun? Benimle muhatap olacak biri varsa o da senin gibi değersiz bir levent değil, hesap verdiğin paşa olabilir. Şimdi şehrimden defolun!”
Elçiler şaşırmışa benzemiyorlardı. Hatta Can Ali pişkin pişkin sırıtıyordu.
“Peki, madem.” dedi Pençe ve bir işaretiyle ekibini de arkasına alarak şatodan çıktı.
“Bari ne önereceklerini dinleseydik Kont Largo.” dedi Agricolo.
“Daha önce de söylediğim gibi, umurumda değil.” dedi Largo.
“Belki para isteyeceklerdi, bilemiyoruz ki... Belki de altın vererek bu belayı defedebilecektik, neden sözlerini kestin Largo?” diye feryat etti Agricolo. Son cümlede sesini yükseltmişti.
“Haddini bil papaz efendi!” dedi Largo. Hiddetlenmişti. “Kilisenin dışındaki gücünü fazla büyütme.”
Agricolo, yardımcılarını da alarak hışımla kabul salonunu terk etti. Katedrale giden yol boyunca Largo’ya söylendi. Dedikleri tam olarak seçilmiyordu ama ‘ahmak, geri zekâlı, moron, akılsız’ gibi kelimeler yoğunluktaydı. Katedrale gittikten sonra da yardımcılarını kendi odalarına yollayarak, odasına kapandı.
Odasında bir süre durum değerlendirmesi yapan Luka, elçilerin kovulmasının etkilerinin hemen görüleceğini biliyorlardı. Türkler saygısızlığa hiç tahammül edemiyorlardı. Odasında daha fazla durmaya dayanamadı, surlara gitti ve her zamanki gibi burca çıktı. Burcun ana kapı tarafına bakan penceresinden kalenin önündeki alana baktı. Osmanlı ordusu çadırlarını kurmayı bitirmiş kuşatma hazırlıkları yapıyordu. Kumandan çadırı uzakta da olsa rahatça seçiliyordu. Diğer çadırlardan büyüklüğü sayesinde ayrışıyordu. Gelen elçi Pençe Bey’in bahsettiği Gedik Ahmet Paşa, işte o çadırdaydı.
Luka bir süre sonra surlardan ayrılarak şehir meydanını dolaştı. Surların dışında yaşayan, çiftçilik yapan halk, meydanı doldurmuş, köşe bucak nereyi buldularsa kendilerine bir yaşam alanı oluşturmaya çalışıyordu. Temmuz’un son günleriydi. Hava sıcak olduğu için geceleri dışarda kalabileceklerdi. Ama kuşatma uzar da kışa kalırsa, işte o zaman Otranto halkını zor günler bekliyordu. Luka da, diğer Otrantolular gibi kuşatmanın uzamasını hiç arzu etmiyordu. Aklından bu düşünceler geçiyordu ki, Otranto surlarına ilk Türk topu büyük bir gürültüyle isabet etti. Türkler kuşatmaya fiilen başlamışlardı.
Top atışları dört gün boyunca bu şekilde aralıklarla devam etti. Şehrin savunmasında, şehirde bulunan dört yüz kişilik Napoli Kraliyet Ordusu birliğinin yanı sıra ve Kont Largo’ya bağlı iki yüz kişilik paralı asker kuvvetleri ve şehrin sekiz yüz kişilik milis kuvvetleri görev alıyordu. Türkler, bu süre zarfında küçük gruplarla suru aşma denemeleri gerçekleştirmiş, bu cılız denemeler savunma kuvvetleri tarafından püskürtülmüştü. Luka bu saldırıların surları aşma amaçlı değil, tamamen şehrin savunmasını deneme amaçlı olduğunu anlamıştı. Çünkü bu saldırılar sırasında, ana kuvvetin önünde küçük bir grup oluşturuluyor, daha sonra herhangi bir destek kuvveti olmadan saldırıyorlardı. Ana kuvvetin önünde Gedik Ahmet Paşa ve yardımcıları bizzat saldırıyı izliyor, saldırı püskürtüldükten sonra çadırlarına geri dönüyorlardı. Bu saldırılar sırasında savunma kuvvetlerinin verdiği tepkileri gözlemliyor ve büyük saldırılarını buna göre planlıyor olmalıydılar.
Luka surları döven top sesleri eşliğinde odasında çalışıyordu. Bu sırada Stefano kapıyı çalmadan odaya daldı.
“Çabuk, Başpiskoposla birlikte şatoya gidiyoruz.” dedi Stefano.
“Neden? Kont Largo mu çağırıyor?” dedi Luka.
“Evet. Ciro Napoli’den dönmüş.”
On beş dakika içinde Kont Largo’nun kabul odasında toplanmışlardı. Ciro ve Gemma da Largo’nun yanında yerlerini almışlardı. Tüm baronlar, Agricolo, Stefano ve Luka da huzurdaydı. Her zamanki gibi Largo söze başladı.
“Dostlarım maalesef haberler kötü.” dedi Largo. Baronlardan derin bir “Ah” sesi yükseldi. “Kralımız ne yazık ki bize destek kuvvet gönderemiyor.”
“Gönderemiyor değil baba, göndermiyor!” diye bağırdı Ciro kızgınlıkla, “O şişko mumya aşığı, «Napoli ordusunu sizin için feda edemem.» dedi gözümün içine baka baka.”
“Haddini bil Ciro!” diye kükredi Largo. “Kralımız hakkında ne cüretle böyle konuşursun? Bir kral sadece bir şehri değil tüm ülkeyi korumakla yükümlüdür.”
“Bizi korumakla da yükümlü değil mi o zaman?” diye sordu Agricolo.
“Evet, yükümlü, ama bizi korumak ülkenin felaketi anlamına gelebilir, sayın başpiskopos. Türklerin ordusunu görmediniz mi? Yirmi bin kişilik bir kâfir ordusuyla saldırıyorlar! Kralımızın tek başına böyle bir güce karşı koyması mümkün değil.” dedi Largo.
“Tüm ordusuyla olmasa da en azından destek kuvvet gönderebilirdi. Şehirdeki dört yüz Napoli askerine destek olabilirlerdi.” dedi Ciro. Baronlar, Ciro’yu onaylar şekilde başlarını sallıyor, fısıldaşıyorlardı.
“Belki, bu kralımızın kararı… Böyle uygun gördüyse bize bu karara saygı duymak düşer. Bundan sonra tek başımızayız. Elimizden ne geliyorsa yapacağız. Kanımızın son damlasına kadar şehrimiz için savaşmalıyız.” dedi Largo heyecanla.
“Doğru diyorsun Kont Largo. Yalnız, hala Osmanlıları altınla ikna edebileceğimizi düşünüyorum ben. Keşke elçileri kovmasaydın.” dedi Agricolo.
“Yine mi aynı konu başpiskopos? Tamam, madem bu konuda ısrar ediyorsun, ne yapalım? Kâfir Türklere elçi mi gönderelim?” diye sordu Largo.
“Evet, en azından şansımızı denemeliyiz.”
“Tamam kabul. Yalnız baronlarımdan hiç birini bunun için riske atamam. Biz onların elçilerini öldürmedik ama onların aynı soyluluğu göstereceklerini hiç zannetmiyorum.”



“Peki. O zaman Luka ve Stefano gider. Onlara herhangi bir yetki vermemize gerek yok. Sadece Türklere ne istediklerini sorup gelsinler.”
Largo kabul eder şekilde başını salladı. O sırada Luka Gemma ile göz göze geldi. Konsey boyunca o da Luka gibi sadece dinlemiş, söze girmemişti. Gemma, endişeli bir şekilde Luka’ya bakıyordu. Anlaşılan Luka’nın elçi olarak görevlendirilmesine memnun olmamıştı.
Konseyden çıktıktan sonra Agricolo, yardımcılarına katedrale gidip hazırlanmalarını ve bir saat içinde yanlarına dört asker alarak Türklerin ordugâhına gitmelerini söylemiş ve Largo ile baş başa görüşmek için tekrar Largo’nun yanına gitmişti. Stefano, Luka’ya tek kelime etmeden katedrale gitmiş, Luka’yı kabul odasının kapısında tek başına bırakmıştı.
Luka da katedraldeki odasına doğru gidecekti ki, kabul odasının kapısı açıldı; Ciro ve Gemma dışarı çıktılar. Ciro başıyla Luka’ya selam verdi ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Gemma ve Luka tek başlarına kalmışlardı. Gemma’nın gözlerinde hala içerdeki endişeli bakışlar vardı.
“Üzülmeyin sinyorina. Başpiskoposun da dediği gibi tehlikesiz bir görev… Sadece ne istediklerini sorup geleceğiz.” dedi Luka içtenlikle.
“Ah Luka. Çok cesursun ama bilmelisin ki bu cesaretin senin sonun olabilir.” dedi Gemma. Gözlerindeki endişe, sesine de yansımıştı.
Luka gülümsedi, “Öyle olmayacağını umalım biz de.”



Gemma bir an öylece Luka’nın gözlerinin içine baktı, sonra ellerini kendi boynunun arkasına götürdü ve bir kolyenin kilidini açtı. Luka’nın sağ elini sağ eliyle kavradı, avucunu açtı ve diğer elindeki kolyeyi Luka’nın avucuna bıraktı. Luka’nın avucunu kapattı ve Luka’nın elini dudaklarına götürüp hafif bir öpücük kondurdu. Sonra arkasını dönüp Ciro’nun az önce gittiği yöne doğru hızla gözden kayboldu. Luka avucunu açarak Gemma’nın verdiği kolyeye baktı. Bu Largo ailesinin simgesi olan arka ayakları üstünde yükselmiş bir aslan figürüydü. Figür kan kırmızısı yakutlarla süslenmişti. Gemma, en değerli aile yadigârını Luka’ya vermişti. Luka bir an öylece kalakaldı, sonra kolyeyi boynuna geçirip katedrale gitmek üzere şatodan çıktı.
Luka, yarım saat sonra katedralin önünde beklemeye başladı. Kısa bir süre sonra Ciro yanında dört askerle katedrale geldi. Ciro’nun ardından Agricolo ve Stefano da gruba katıldı. Agricolo, Luka ve Stefano’yu karşısına aldı ve iki elini iki yardımcısının omuzlarına koydu.
“Oğullarım, dikkatli olun. Fazla dikkat çekmeyin, öfkenize hâkim olun ve sakinliğinizi kaybetmeyin. Unutmayın, amacınız isteklerini öğrenmek. Özellikle altın veya vergi vererek bu işten çıkabilir miyiz, onu değerlendirin. Size güveniyorum oğullarım. Yüce Tanrı sizi kutsasın.” dedi Agricolo ve eliyle gruba gidebilirsiniz işareti yaparak yollarına uğurladı.
Şehrin kapısına kadar tüm şehir halkı grubu endişeli gözlerle izledi. Şehir halkı elbette görevin içeriğini tam olarak bilmiyordu, bu yüzden de söylentiler almış yürümüştü. Luka halkın yanında geçerken, çoğunun “Şehri teslim edecek korkaklar” diye fısıldadığını duymuştu. Onları duymazdan gelerek görevine odaklandı. Zaten beş dakika sonra ana kapıdan çıkmışlardı bile.
Kısa bir süre sonra bir bölük Türk askeri çevrelerini kuşattı ve ekibe eşlik etmeye başladı. Bu bölük hem ekibi başına buyruk diğer askerlerden koruyor, hem de ekibi gözaltında tutarak beklenmedik bir hareket yapmalarını engelliyordu. Bu şekilde Luka’nın daha önce burçtan gördüğü Gedik Ahmet Paşa’nın çadırına ulaştılar.
İçeri girdiklerinde Gedik Ahmet Paşa’yı bir sedirde rahatça oturur halde buldular. Elçi olarak şehre giren Pençe ve Can Ali de iki yanında Paşa’ya eşlik ediyorlardı. Ekibin içeri girdiğini gören Paşa ayağa kalkarak Luka ve Stefano’nun elini sıktı.
“Hoş geldiniz sayın elçiler. Umarım yolda bir sorun yaşamadınız.” dedi Paşa akıcı ama aksanlı bir İtalyanca ile.
“Hoş bulduk Sayın Paşa.” dedi Luka aynı saygılı tonla. Stefano bir şey demedi, sadece dinliyordu.
“Önceden şunu bilmenizi isterim ki, benim divanımda elçilere saygısızlık yapılmaz. O yüzden söylemek istediklerinizi rahatça söyleyebilirsiniz. Can ve mal güvenliğiniz bu çadıra girdikten sonra benim güvencem altındadır.”
“Teşekkür ederiz sayın paşa.” dedi Luka. “Aslında ziyaretimiz kısa ve öz olacak. Biliyor ve görüyoruz ki şehrimizi kuşatmış durumdasınız. Yalnız şehre yaptığınız ziyarette talihsiz bazı olaylar yaşandı ve biz sizin neden buraya geldiğinizi öğrenemedik. Bizden ve şehrimizden ne istiyorsunuz sayın paşa?” diye sordu Luka.
Gedik Ahmet Paşa, kısa bir kahkaha attı. “Ne istiyorum öyle mi sayın elçi? Ne istediğimi söylemeden önce size kısa bir hikâye anlatmak istiyorum. Kalbi ve görevi arasında kalmış bir adamın hikâyesi…” dedi ve sedirine oturdu. Elçilere de oturulacak yerler gösterildi ve çadırdaki herkes Paşa’yı dinlemeye koyuldu.
“Devlet-i Aliyye-i Osmaniye o kadar adaletli ve o kadar merhametli bir devlettir ki, fethettiği ülkelerin tebaalarından yetişen çocukları dahi alır, eğitir ve onlara devletlerine hizmet etme imkânı sunar. Bu kişilere devşirme denir. Sultan olamazlar elbette ama veziriazamlığa kadar yükselebilirler. İşte bizim hikâyemizin kahramanı da bu şekilde Arnavutluk’tan alınmış bir devşirmedir.” dedi Paşa ve sedirinde daha bir dikleşerek oturdu.
“İşte bizim bu devşirme, Enderun’da en büyük âlimlerden dersler almış ve Müslüman olmuş. Gün geçtikçe de devletine hizmet edebilmek için yanıp tutuşmaktaymış. Ne de olsa o devlet, onu sefil köyünden alıp, önüne çok büyük fırsatlar sunmuş. Nitekim hocaları da bu genç Arnavut devşirmeyi çok takdir etmekteymiş. Bu şekilde bizim devşirme saraya iç oğlan olarak alınmış ve devletine hizmet etmeye başlamış.
Bu zamanlarda ondan mutlusu yokmuş, sonunda hayatını feda edebileceği devletine sultanına hizmet etme imkânı bulmuş. Çok çalışıyor, verilen her görevi eksiksiz yerine getiriyor, hatta fazladan yapabildiği işler varsa emredilmeden onları bile yapıyormuş. Bu çabaları üstleri tarafından da büyük takdir görüyormuş.
Kısa bir süre sonra orduya kumandan olarak atanmış. Sultanı ile birlikte seferlere katılmış ve büyük başarılar göstermiş. Sonrasında sultanı ölmüş, ama devlet devam etmekteymiş. Onlara öğretildiği gibi, en önemli konu devletin bekasıymış çünkü. Bu düşünceye sadakatinden, yeni sultana da büyük bir bağlılıkla hizmet etmeye başlamış.
Genç sultanla birlikte büyük fetihler gerçekleştirmişler. Yeni sultan da bu Arnavut kumandanın çalışkanlığını ve başarılarını çok beğenmekteymiş. Terfi üstüne terfi alan bizim devşirme en sonunda önce Rumeli, sonra da Anadolu Beylerbeyliği’ne kadar yükselmiş. Artık paşa olmuş, üstelik öyle bir paşa ki, hem sultan hem de askerler bu paşayı gönülden seviyorlarmış. Sultanın verdiği görevleri büyük başarılarla yerine getiriyor, devleti için canını dişine takıyormuş.
Sultan bu başarıların üstüne, bizim devşirmeyi önce vezir, birkaç yıl sonra da veziriazamlığa kadar yükseltmiş. Bizim Arnavut devşirme ulaşabileceği en yüksek makama ulaşmış. İşte bu yüce devletin en güzel tarafı buymuş, o kadar adilmiş ki, en alt tabakadan bir gayrimüslim bir köylü çocuk bile devletin en üst makamına yükselebiliyormuş.
Bizim devşirme paşa, iki sene boyunca devleti ve sultanı için elinden geleni yapmış, verilen her işi layıkıyla yerine getirmiş. Bir gün sultan bizim paşayı çağırmış ve bir sefer emri vermiş. Ne olmuşsa, o emirden sonra olmuş, çünkü sefer emri Arnavutluk’a imiş. Bizim devşirme kendi vatanına, kendi soydaşlarına karşı savaşma fikrini bir türlü aşamamış. Bir türlü vicdanı elvermemiş. Ne yaparsa yapsın vicdanını ikna edememiş. Sonunda sefere çıkmamaya karar vermiş ve bunu sultanına söylemiş.
Sultanın normal şartlarda bizim devşirmenin o gün kellesini alması gerekirmiş ama sultan bizim devşirmeyi o kadar seviyormuş ki gönlü elvermemiş, öldürmek yerine Rumelihisarı’na hapsetmiş.
Bizim devşirme hapis hayatı boyunca verdiği kararı düşünmüş, kendini devletine ihanet etmiş hissediyormuş. Mahpus olsa da, onu seven askerler Arnavutluk seferinden haberler getiriyorlarmış. Anlatılanlara göre yeni veziriazam büyük bir kuvvetle Arnavutluk seferine çıkmış, fakat ne var ki Arnavutluk halkı büyük direniş göstermiş. Bu direnişin cevabı da ağır olmuş. Arnavutluk ülkesinde iki taraftan da çok kan dökülmüş.
Bizim devşirme, bu haberler üzerine düşündükçe verdiği karardan pişmanlık duymaya başlamış. Çünkü o olsa da olmasa da Arnavutluk’a sefer yapılacakmış ve seferin başında kendisi olsaymış kendi soydaşlarına karşı daha merhametli olabilirmiş. Kim bilir belki de seferin başında bir Arnavut olduğunu gören Arnavut halkı, direniş göstermeden bile bu yüce devlete katılabilirmiş. Verdiği kararın pişmanlığını telafi etme isteği o kadar ağırmış ki, her gece ağlayarak Allah’a dua ediyor, kendisine bir şans daha vermesini istiyormuş.
Derken tam iki yıl sonra, sultanın huzuruna çağrılmış. Anlaşılan duaları kabul edilmiş, çünkü sultanı onu affetmiş. Üstelik affettiği yetmezmiş gibi, onu, tekrar devletine hizmet edebilmesi için çok yüksek bir makama getirmiş; Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin Kaptan-ı Deryalığına!”
Gedik Ahmet Paşa son cümlesini ettikten sonra ayağa kalktı. Bunu gören çadırdaki herkes de paşayla birlikte ayaklandı.
“İşte o devşirme benim! Devletine ihanet eden, ama bu ihanetini telafi etmesi için bir şans daha verilen o Arnavut devşirme benim.” dedi Gedik Ahmet Paşa ve devam etti, “Şimdi sayın elçiler, sizden ne istediğime gelirsek… Ben sizden şu anda hiçbir şey istemiyorum, çünkü benim istediğim şeyi verebilmek ne sizin ne kontunuzun ne de kralınızın kudretindedir. Ben sultanımın bana verdiği emri yerine getirmek istiyorum. Söyleyin bana sayın elçiler, bana İtalya’yı verebilecek misiniz?”
Görüşmeden sonra, Luka, Stefano ve onlara eşlik eden askerler şehrin ana kapısından girip doğruca Kont Largo’nun kabul odasına gittiler. Kont Largo, Ciro, Gemma, Agricolo ve tüm baronlar kabul odasına sabırsızca bekliyorlardı. Luka selamlaşma prosedürlerinden sonra direkt olarak konuya girdi ve yaşadıkları olayları ve Gedik Ahmet Paşa’nın anlattıklarını iletti.
“Kendini ne zannediyor bu adam? İtalya’yı işgal etmek ha? Bir de dönmeymiş üstelik… Pis kâfir.” dedi Largo sinirle, “Onlara gereken cevabı vereceğiz dostlarım, kanımızın son damlasına kadar savaşacağız!”
Tüm baronlar şevkle Kont Largo’ya tezahüratta bulundular. Luka, tüm bu curcunada sessiz duran Agricolo’ya baktı. Başpiskoposun yüzünde hayal kırıklığı ifadesi vardı.
Kuşatma ağır top bombardımanı altında on gün daha devam etti. Türkler işi aceleye getirmiyor, sistemli bir şekilde surlara saldırıyorlardı. Büyük hücumlarını henüz gerçekleştirmemişlerdi. Mevsimin yaz olması da işlerini kolaylaştırıyordu. Buna rağmen, şehirde yiyecek eksikliği ve su sıkıntısı baş göstermeye başlamıştı bile. Halkın morali tamamen sıfırlanmıştı. Hiç kimse bu savaşın kazanılabileceğini düşünmüyordu. Dışarıda bekleyen yirmi bin Türk’e karşılık içerde sadece bin dört yüz kişilik bir savunma gücü bulunuyordu. Agricolo sık sık odasına kapanıyor, dua ediyordu. Diğer zamanlarda da yardımcılarını şehre göndererek olan biteni gözlemleyip kendisine anlatmalarını istiyordu. Stefano çok fazla bilgi getirmiyordu, buna rağmen Luka’nın getirdiği bilgiler hem nicelik hem de nitelik açısından Agricolo’yu fazlasıyla tatmin ediyordu. O gün, Luka şehir meydanından bir başka önemli haber getirdi.
“Sayın Peder, Napoli askerleri kaçmış.” dedi Luka kayıtsız bir ses tonuyla. Böyle bir gelişme olacağına dair fısıltıları zaten daha önceki gözlemlerinde duymuş ve Agricolo’ya aktarmıştı.
“Sürpriz değil sevgili oğlum. Krallarının yardım göndermediğini gördüklerinde bunu yapacaklarını tahmin ediyorduk zaten. Krallarının, diğer Napoli askerlerinin ölmesini istemediğine göre, onların da ölmesini istemediğini anlamış olmalılar.” dedi Agricolo.
“Bunu anlamaları on dört gün mü sürdü?” diye çıkıştı Stefano.
“Anlamaları değil oğlum. Buradan nasıl kaçacaklarını keşfetmeleri on dört gün sürdü.” dedi Agricolo düşünceli bir şekilde.
O gece odalarına çekildikten sonra, Luka yine çalışmalarına gömüldü. Şehrin yakılıp yıkılmasına bir çözüm bulmaya çalışıyordu. Ansızın beklenmedik bir şekilde kapısı çaldı. Saat gece yarısını geçmiş olmalıydı. Bu saatte ne Agricolo ne de Stefano acil bir şey olmadıkça gelmezdi. Acil bir şey olsaydı da kapıyı çalmazlardı.
“Buyurun.” dedi Luka ihtiyatlı bir şekilde. Bir yandan eliyle masasının altında saklı duran hançere uzandı.
Kapı açıldı ve ince narin yapılı, kumral saçlı, yeşil gözlü çok güzel bir genç kadın kapıdan içeri girdi.
“Merhaba Luka.” dedi Gemma.
“Gemma? Sinyorina bu saatte burada ne arıyorsunuz? Kötü bir şey yok ya?” dedi Luka endişeli bir şekilde.
“Hayır, kötü bir şey yok. Çok korkuyorum Luka. Babamın tekrar hata yapmasından korkuyorum.”
“Ah Gemma… Korkmana gerek yok demeyi çok isterdim ama maalesef bu yalan olurdu. Açıkçası ben de korkuyorum. Otranto için korkuyorum, halkımız için korkuyorum… Senin için korkuyorum. Ama bir çözüm bulacağız merak etme.”
“Ah iyi yürekli Luka. Keşke her şey bu kadar kolay olsaydı. Babamı tanımıyorsun sen. Bu tip durumlarda nasıl kararlar verebildiğini bilmiyorsun.”
“Neden böyle konuşuyorsun Gemma?”
“Annem, Luka... Annem onun bu inatçılığı, bu nefreti yüzünden öldü.”
“Nasıl yani?”
“Bundan on yıl önceydi. Annem ne olduğunu bile anlayamadığımız bir hastalığa tutuldu. Hastalık bir yıl boyunca içten içten annemi yedi bitirdi. Kadıncağız bir yıl sonunda yürüyen bir ölüye dönüştü adeta. Artık öleceğini anlamıştık. Ciro da ben de onsuz ne yapacağımızı düşünüyor ve her gün birlikte sabaha kadar ağlıyorduk.
Bu şekilde annemizin öleceği günü beklerken, bir gün Venedik’e giden bir gemi limana yanaştı. Gemideki bir hekim annemin hastalığını duymuş. Hemen saraya geldi ve annemi muayene etmek istediğini söyledi. Babam da hemen kabul etti tabi. Hekim kısa bir muayeneden sonra annemin hastalığını anladı ve bir ilaç hazırlayarak anneme verdi. İnanır mısın sadece bir haftada bile annemde bariz bir iyileşme gördük, o kadar ki aylardır yatalak olan kadıncağız ayağa bile kalkabiliyordu artık. Annem adeta ölümün kıyısına kadar gelmiş, fakat bu hekim sayesinde oradan geri dönmüştü.
Tüm şato ve şehir halkı mutluluktan havalara uçuyordu. Başta da ben, Ciro ve babam... Babam, annemin ayağa kalkışı için tanrıya şükranını göstermek amacıyla bir ziyafet vermek istedi. Şehrin tüm önde gelenleri bu ziyafete davet edildi. Babam halkı da unutmamıştı, sokaklarda iki gün boyunca halka yemek dağıtılacaktı. Ziyafet günü hekim elbette onur konuğuydu, başköşeye babamla birlikte oturmuştu. Yanlarında da annem… Annem o gün o kadar mutlu ve sağlıklı gözüküyordu ki, aylardır onu öyle görmemiştik. Çok mutluyduk. Annem bize geri dönmüştü.
Sonra yemekler geldi. Babamın ve hekimin önüne kocaman bir domuz çevirmesi geldi. Babam hemen but kısmından büyük bir parça kopararak hekime ikram etti gururla. Hekim ise bu ikramı geri çevirdi «kontum, ben Türküm, domuz yemeyiz biz.» diyerek. Bu sözler hekimin son sözleri oldu. Babam hışımla ayağa kalktı ve domuzu kesmek için getirilen bıçağı kaptığı gibi hekimin boğazını kesti. Hekim hırıltılar çıkararak, her yere kan sıçratarak oracıkta can verdi.
Hekimin ölmesi ile birlikte, hekimin tedavisi de bitmiş oldu. Tedaviyi başka kimse bilmediği için, annem iyileştiği hızla kötüleşmeye başladı. Bir ay sonra da annemi kaybettik.”
“Gemma…” dedi Luka acıyla.
“Aynı şeyin şehrimizin de başına gelmesinden korkuyorum Luka. Babamın bu nefreti hepimizin sonu olacak.” dedi Gemma. Gözleri dolu doluydu.
“Gemma, annen için çok üzüldüm. Ama sana söz veriyorum, aynı şeyin senin başına gelmesine asla izin vermeyeceğim.” dedi Luka ve Gemma’ya sarıldı.
Gemma kendini geri çekti ve Luka’nın gözlerinin içine baktı. Luka da aynı şekilde ona baktı, Gemma’nın gözlerinde umut ve sevgi vardı. Derken Gemma beklenmedik bir hareketle Luka’yı dudaklarından öptü. Luka da aynı şekilde karşılık verdi.



Luka, kaç dakika ya da kaç saat bu şekilde kaldılar bilmiyordu. Birden Gemma doğruldu ve “Benim şatoya gitmem lazım.” diyerek geldiği gibi ansızın odadan çıktı. Luka ne olduğunu anlayamamıştı. Bu şekilde sabaha kadar öylece kalakaldı.
Sabah güneşinin ışıkları katedralin vitraylı pencerelerinden içeriyi doldururken, kapı tekrar çalındı. Luka, içinden Gemma diye geçirerek kapıya yöneldi ki, kapıyı çalan cevap beklemeden içeri daldı.
“Türkler yeni bir elçi göndermiş. Başpiskopos şatoya gitti. Seni de çağırmamı istedi.” dedi Stefano hoşnutsuz bir ifadeyle. Luka çabucak cüppesini üstüne geçirdi ve Stefano ile birlikte şatoya gitti.
Şatoya vardıklarında elçi de yeni huzura çıkmıştı. Ciro ve Gemma, Largo’nun solunda, Agricolo da sağındaki yerlerini almışlardı. Baronlar ise kabul salonu boyunca sağlı sollu dizilmişler ve bir koridor oluşturmuşlardı. Elçi bu koridorun ilerisinde tam Largo’nun karşısında duruyordu. Bu elçi daha önce gelen Pençe Bey veya Can Ali Bey değildi, başka biri gönderilmişti. Garip bir şekilde yalnızdı, ona eşlik eden bir muhafız grubu yoktu. Luka ve Stefano da salona girer girmez Agricolo’nun yanına giderek, elçiyi dinlemeye başladılar.
“Sayın kont ve değerli Otrantolular, adım İbrahim. Roma’nın varisi Konstaniyye Fatihi Sultan Mehmed Han adına huzurunuza geldim.” dedi elçi, kendine güvenen bir ses tonuyla, “Size Kaptan-ı Deryamız Gedik Ahmet Paşa’nın tebrik ve takdirlerini getirdim. On beş gündür büyük bir yiğitlikle, güzel şehrinizi savundunuz. Bu özverili çabanız bizler tarafından büyük bir hayranlıkla takdir edilmektedir. Ne var ki artık bu saatten sonra çabalarınız beyhudedir. Hain kralınızın size destek göndermeyeceğini biliyoruz. Bilmelisiniz ki, Kral Ferdinand bile Otranto’nun Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin hakkı olduğunu bilmektedir. Gedik Ahmet Paşa, artık bu güzel şehre daha fazla zarar vermek istememektedir. Şehri bize teslim ederseniz, sivil halkın can ve mal güvenliği sağlanacak, Otranto Osmanlı hâkimiyeti altında daha adil bir şekilde yönetilecek, Napoli bölgesinin en nadide şehirlerinden biri haline gelecektir. Eğer şehri teslim etmezseniz yarın tüm kuvvetlerimizle taarruza geçerek şehri ele geçireceğiz. Bu durumda hem çok kan dökülecek hem de şehir büyük zarar görecektir. Bu paşanın arzu etmediği bir durumdur.”
“Peki, bana ne olacak İbrahim?” diye sordu Largo. Alay ettiği yüzünden belli oluyordu.
“Sizin ve ailenizin de can ve mal güvenliği bizzat Gedik Ahmet Paşa tarafından garanti altındadır. Şehri sorunsuz teslim etmeniz halinde, şehrin valisi olarak kalacak, Osmanlı’ya bağlı bir bey olacaksınız.” dedi elçi İbrahim ve göğsüne isabet eden bir okla yere yığıldı. Largo elinde bir yayla ayakta duruyor, sinirli bir şekilde soluyordu.
“Osmanlı’ya bağlı olacağım ha? Bey olacağım öyle mi?” diye bağırdı Largo.
“Ne yaptın Largo?” diye isyan etti Agricolo.
“Ne yapacaktım Agricolo? Benim salonumda bana hakaret edilmesine izin vermem!” diye kükredi Largo.
“Hakaret etmedi ki... Bize gayet makul bir çözüm önerisi sundu.” dedi Agricolo. Sesi hayal kırıklığına uğramış şekilde çıkmıştı.
“Asla bir Türk’ün boyunduruğu altına girmem! Ben ve halkım, ölürüz daha iyi.” dedi Largo.
“Aptal adam! Bu inadın hepimizin sonu olacak.” dedi Agricolo ve Largo’nun üstüne yürüdü. Largo kuşağındaki hançeri çıkararak, üstüne doğru gelen Agricolo’nun kalbinin tam üstüne hançeri sapladı. Agricolo, inanamayan bir ifadeyle yüz üstü yere düştü ve son nefesini verdi.
Kabul salonunda ölüm sessizliği vardı. Kimse gördüklerine inanamıyordu. Kont Largo, bizzat Vatikan’ın görevlendirdiği bir başpiskoposu gözlerinin önünde öldürüvermişti. Sessizliği yine Largo bozdu.
“Kanımızın son damlasına kadar savaşacağız.” dedi Largo. Sesi delirmiş gibi çıkıyordu, “Bu hain papaz gibi korkak bir şekilde değil, kralımıza ve şehrimize layık bir şekilde öleceğiz.”
Luka ve Stefano olaydan hemen sonra katedrale gittiler. Yol boyunca ikisi de konuşmadı. Katedrale girdiklerinde Stefano, Luka’nın omzuna elini koydu.
“Largo’nun haklı olduğunu biliyorsun değil mi Luka?” dedi Stefano.
“Nasıl böyle düşünebiliyorsun Stefano? Agricolo’nun öldürülmesini haklı mı görüyorsun?”
“Evet. Agricolo şehri Türklere teslim edebileceğimizi düşünüyordu. Hatta bunu öneriyordu. Hayır Luka! Kâfir Türklerin boyunduruğuna girmemeliyiz, giremeyiz. Agricolo korkaktı ve bir korkak olarak öldü.”
Luka duyduklarına inanamıyordu. Agricolo ikisini oğlu gibi görürdü ve onlara bu şekilde davranırdı. Stefano’nun onun hatırasına bu şekilde ihanet etmesini midesi kaldırmıyordu.
“Sana söyleyecek hiçbir şeyim yok Stefano.” dedi Luka ve onun yanından ayrıldı.
Akşama doğru, Luka katedralden çıktı ve şatoya gitti. Muhafızların çoğu surlarda sonraki gün Türklerin gerçekleştireceği büyük taarruza hazırlanıyordu. Gizlice içeri girdi ve Gemma’nın odasına çıktı.
“Luka!” dedi Gemma. Luka’yı bu şekilde karşısında görmek onu hem sevindirmiş hem de şaşırtmıştı, “Çok üzgünüm Luka. Başpiskopos… Bu şekilde ölmemeliydi.”
“Evet, Gemma, bu şekilde ölmemeliydi. Ama sen çok haklıydın. Babanın inadı ve nefreti bu şekilde zarar vermeye devam edemez.” dedi Luka kararlılıkla.
“Ne demek istiyorsun Luka? Ne yapmayı planlıyorsun?” dedi Gemma. Sesi kuşkulu çıkmıştı.
“Korkma Gemma onu öldürmek gibi bir düşüncem yok. Ama şehrimize yardım etmek için başka bir planım var.”
“Nedir?” diye sordu Gemma.
“Gün boyunca düşündüm. Aslında kuşatmanın başından beri olayın bu noktaya geleceğini biliyordum, ama Largo’nun aklını başına toplayıp kazanma ihtimalinin olmadığını görmesini, sonra da şehri teslim etmesini bekledim. Ama ne yazık ki baban artık sağlıklı düşünemiyor ve bu tüm Otranto’nun sonu olacak. Buna izin veremem.” dedi Luka. Gemma anladığını ve onayladığını belirtir bir şekilde başı sallıyordu.
“Bu gece sabaha doğru buna bir son vereceğim Gemma. Şehrin kuzeyindeki kapıyı açarak bir grup Türk’ü içeri alacağım. Bu grubun yardımı ile ana kapıyı açacağız. Böylece şehri Türklere teslim edeceğiz.”
“Nasıl? Türklerle iletişim mi kurdun?” dedi Gemma merakla.
“Evet. Bu işi bana bırak Gemma. Halkımıza zarar vermeyecekler, bunun sözünü verdiler. Bana güvenmelisin Gemma, hepimiz için en iyi çözüm bu.” dedi Luka. Gemma’ya bakarak kabul etmesini umuyordu.
Gemma bir süre düşündü, “Türklerle nasıl iletişim kurduğunu bilmiyorum ama doğru söylüyorsun Luka. Başka çaremiz yok. Ya yok olacağız, ya da Türklerin sözlerini tutmalarını bekleyeceğiz.”
“Bu bana yardım edeceğin anlamına mı geliyor?” diye sordu Luka umutla.
Gemma ayağa kalktı, “Evet sevgili Luka’m, sana yardım edeceğim.”
Luka ve Gemma, o gece sabaha doğru sözleştikleri üzere katedralin arkasında buluştular. Gecenin karanlığında, ses çıkarmamaya özen göstererek şehrin kuzeyine gittiler. Türkler çadırlarını güney tarafına kurduğundan, bu bölgenin dışında çok fazla Türk aktivitesi yoktu. Sadece birkaç devriye bölük şehre kuzeyden gelen yolu gözlüyor, şehre destek gelmesini engelliyordu. Bu kapıya hiç saldırılmadığından, bu kapıda küçük bir muhafız grubu dışında asker bulunmuyordu. Largo tüm kuvvetlerini saldırının yapılacağını düşündüğü güney kapısına yığmıştı.



Gemma arkasında Luka olduğu halde telaşlı bir şekilde kapının önünde gergin bir şekilde bekleyen muhafızlara yaklaştı.
“Buranın sorumlusu kim?” diye seslendi.
“Benim ekselansları. Emredin.” dedi muhafızlardan biri öne çıkarak.
“İsmin nedir asker?” diye sordu Gemma.
“Yüzbaşı Gianluigi, ekselansları.”
“Kont Largo, tüm askerlerini alarak güney kapısına gitmeni emrediyor Yüzbaşı Gianluigi. Sizi orada bekliyor.”
“Ama bu kapı korunmasız mı kalacak ekselansları?”
“Kontunun emrine karşı mı geliyorsun yüzbaşı?” diye kükredi Gemma.
Gianluigi korkarak bir adım geriledi, “Ha-Hayır ekselansları ne haddime… Askerler! Güney kapısına ileri adım marş!” diyerek muhafız grubunu alıp karanlık Otranto sokaklarında kayboldu.
Askerlerin iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra, Gemma, Luka’ya döndü, “Haydi Luka, bir an önce bitirelim bu işi.” dedi. Luka onaylar bir şekilde başını salladı ve kapının üstündeki sura çıktı. Surdaki meşalelerden birini hızlı bir şekilde sağa sola sallayarak, onun işaretini bekleyen Türk askerlerine mesaj verdi.
Daha sonra Luka aşağıya indi ve Gemma’nın da yardımıyla şehrin kuzey kapısını açtı. Kapının önünde bine yakın bir Türk birliği vardı. Birliğin en önünde şehre ilk gelen elçi grubundan Pençe Bey ve Can Ali Bey bulunuyordu.
Kapı tamamen açıldıktan sonra Luka gruba doğru hamle yaptı. Pençe ve Can Ali de koşarak Luka’nın önünde durdular.



“Kardeşlerim!” dedi Luka ve diğer iki beye sarıldı. Beyler de aynı şekilde Luka’nın bu hareketine karşılık verdiler. Ayrıldıktan sonra, “Kardeşim, başına bir iş geldiğini düşündük, bizi çok endişelendirdin.” dedi Pençe.
“Muhafızların seni yakaladığını, planını anladıklarını düşündük.” diye ekledi Can Ali.
“Hep çok sabırsızdınız zaten beyler. Bana güvenmeniz gerektiğini kaç kere daha ispat edeceğim size?” dedi Luka ve kahkaha attı. Pençe ve Can Ali de ona katıldılar.
Luka daha sonra şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açılmış Gemma’ya döndü.
“Gemma…” dedi sakin bir tonla.
“Hayır! Hayır! Nasıl olabilir bu? Nasıl? Sen… Sen beni kandırdın!” dedi Gemma kızgınlıkla.
“Hayır, Gemma, anlamalısın. Lütfen dinle beni.” dedi Luka ve Gemma’ya doğru bir adım atarak ellerine uzandı.
Gemma bir adım geriledi, “Hayır çek ellerini üzerimden. Nasıl böyle bir şey yapabilirsin? Beni sevdiğini zannetmiştim!”
“Doğru, seni sevdim ve hala seviyorum Gemma. Lütfen açıklamama izin ver.”
“Neden Luka, neden? Gerçi adın Luka bile değil mi? Luccalı Luka… Hepsi bir yalandı değil mi? Sen de Türk’müşsün işte…”
“Hayır Gemma. Hepsi doğru. Adım gerçekten de bir zamanlar Luka idi ve gerçekten de Luccalıyım. Ama sana anlatmadığım bazı şeyler var, orası doğru. Hepsini şimdi şu an sana anlatmak istiyorum. Beni anlayacaksın Gemma’m.” dedi Luka anlaşılmak istercesine.
“Anlat bakalım o zaman, Luka. Neden sevgime ihanet ettiğini anlat!”
“Sana hiçbir zaman ihanet etmedim Gemma ve hiçbir zaman etmeyeceğim. Çünkü ben bu şekilde yetiştirildim.” dedi Luka ve devam etti, “Sana daha önce de söylediğim gibi gerçekten Lucca’da doğdum. Annem adımı gerçekten de Aziz Luka’ya benzerliğimden dolayı Luka koymuştu. Bu şekilde çocukluğumun ilk yılları Lucca’da geçti. Babam tüccardı. Genoalı tüccarlarla çalışırdı.
Babam, bir gün yine iş için Mora’ya gidecekti. Onunla birlikte gitmek istediğimi söyledim, ama o çok küçük olduğumdan dolayı bu isteğimi reddetti. Ben de o gidene kadar ağladım ve ısrar ettim. Babam sonunda dayanamadı ve annemin tüm itirazlarına rağmen beni yanına aldı. Yolculuk çok keyifli geçti. Bunda gemideki diğer iki çocuğun da büyük etkisi vardı. Gemideki vaktimin çoğunu, Genoalı tüccar Roberto’nun oğlu Gennaro ve Venezialı tüccar Rafael’in oğlu Vincenzo ile birlikte geçiriyordum. Benim için müthiş bir deneyim oluyordu. Birlikte Mora’ya gittik ve babam oradaki işlerini halletti.
Ne var ki dönüşümüz, gidişimiz kadar kolay ve keyifli olmadı. Sicilya açıklarında, bir korsan gemisi, bizim gemimize saldırdı. Korsanlar acımasızca önlerine gelen herkesi önce öldürüyor, sonra da üstlerinde değerli ne var ne yok alıyorlardı. Çoğu kişiyi öldürdüler, öldürmeye gerek görmediklerini ise esir aldılar. Babam da, Gennaro ve Vincenzo’nun babaları gibi saldırıda öldürüldü. Biz, üç çocuk, Konstantiniyye’ye götürülüp esir pazarında satılığa çıkarıldık.
İşte o esir pazarında hayatımız değişti. Osmanlı paşalarından biri bizi gördü, acıdı ve bizi satın aldı. Üçümüz de çok korkuyorduk. Paşanın evine geldiğimizde, paşa bizi karşısına aldı ve İtalyanca konuşmaya başladı. Çok şaşırmıştık, çünkü karşımızdaki paşa bizim esir veya köle olmadığımızı, bizi oğlu gibi göreceğini ve eğiteceğini söylüyordu. O zamanlar inanmadık ama dedikleri birer birer gerçekleşmeye başlayınca, üçümüz de hayatımızı kurtaran bu paşa için sonraki yıllarda elimizden ne geliyorsa yapmaya ant içtik. İşte o paşa, şu anda bu şehri kuşatan Gedik Ahmet Paşa idi.
Bu şekilde, gayrimüslim çocukların yetiştirilip devlete hizmet etmeleri için kurulan Enderun adlı mektepte eğitim gördük ve birer Osmanlı askeri olarak devletimize ve sultanımıza hizmet etmeye başladık. Mektepte Müslüman olup isimlerimizi değiştirdik, Gennaro Can Ali, Vincenzo Pençe oldu. Ben ise Mirza adını aldım. Koruyucumuz, Gedik Ahmet Paşa, iyice tecrübelendiğimizi gördükten sonra bizi kendi emrine aldı. O günden beridir de paşamızın emirlerini yerine getiririz.
Sultanımız, paşamıza İtalya’ya sefer emri verdikten sonra, kendisi beni yanına çağırdı. Lucca’da sekiz yaşına kadar kilisede eğitim aldığımı biliyordu. Bana Hristiyanlık üzerine daha çok çalışmamı, bir papaz kadar bilgili olmamı emretti. Nedenini sorduğumda ise asıl görevimi öğrendim. Otranto’ya papaz kılığında bir casus olarak girecektim. Paşa, bu sayede içerde bir adamı olmasını ve şehri daha iyi tanıyıp, kuşatma kurulduğunda içerden bilgi almayı amaçlıyordu. Bu yüzden en güvendiği kişilerden biri olduğum ve geçmişim sayesinde beni seçmişti.
Altı ay önce sahte belgelerle şehre geldim. Agricolo, Stefano’nun üstüne benim gibi iş bitirici birinin gelmesini büyük bir memnuniyetle karşıladı ve belgeleri hiç sorgulamadı.
Önceleri bu görevi bir angarya olarak görüp, bir an önce kuşatmanın başlayıp, görevimin bitmesini arzu ediyordum. Ama zamanla şehri ve halkı sevmeye başladım. Ne de olsa soydaşlarımdı. Ayrıca Agricolo da bana karşı çok yakın davranıyordu, zamanla onu da şehri de sevmeye başladım. Beni bu şehre asıl bağlayan şey ise iki hafta önce meydana geldi.”
“Ne oldu iki hafta önce?” diye sordu Gemma.
“Sana âşık oldum.” dedi Mirza, utangaç bir şekilde. Gözlerini yere indirdi, daha sonra kaldırdı ve Gemma’ya baktı. Gemma’nın gözleri dolmuştu.
“Gemma, seni gördüğüm andan itibaren sana âşık oldum. Ama sen beni Katolik bir rahip olarak biliyordun. Birine âşık olamayacağımı, bunun yasak olduğunu düşünüyordun. Buna rağmen, bu kurallar bize engel olamadı. Gerçekte olmayan bu kuralların, zahiri varlığı bile bize engel olamadı. Sonunda ben, bu şehre bağlandığım gibi sana da bağlandım.
Seninle tanıştığımız gün, ordumuz Otranto kıyılarına geldi. O günden itibaren, paşamın verdiği görevi yerine getirmeye çalıştım. Savunmalar ve planlar hakkında ordumuza bilgiler ulaştırdım. Ama inan ki bu sadece görevimin gerektirdikleri ile ilgili değildi, bir yandan da Otranto ve sen zarar görmeyesiniz diye elimden geleni yapıyordum. Aslında Gedik Ahmet Paşa, ilk elçi heyetinin kovulmasının ardından şehre saldırmak istedi ama onu saldırmamaya, şehrin teslim edilmesine uğraşmaya ben ikna ettim. O da bana güvenerek saldırıyı erteledi. Ama gel gör ki, baban inadından vazgeçmedi. Dün elçinin öldürülmesi bardağı taşıran son damlaydı. Artık Otranto’ya yapılacak yıkıcı hücum kaçınılmazdı.
İşte bu noktada küçük bir grubu kuzey kapısından içeri alıp, güney kapısını içerden açarak, şehrin zarar görmeden verilmesi fikri aklıma geldi. Dün, Pençe ve Can Ali yardımıyla paşamıza bu fikri ulaştırdım. Paşa bu fikrimi beğendi ve kabul etti.
Bu yüzden sana geldim. Senin ve Otranto’nun iyiliği ve güvenliği için senin yardımına ihtiyacım vardı. Aslında sen olmadan da bu kapıyı açabilir, bu grubu içeri alabilirdim, ama bunu yaparken senin yanımda olmanı istedim. Senin de bunun yapılacak tek mantıklı hareket olduğunu anlamanı istedim. Çünkü benim sevgili Gemma’m, seni ve Otranto’yu, tahmin edebileceğinden çok daha fazla seviyorum.” dedi Mirza. Gemma’nın onu anlamasını ve ona tekrar güvenmeye başlamasını umuyordu.
Gemma bir süre bekledi, gözlerindeki yaşları sildi. Başını kaldırdı ve düşünceli bir şekilde Luka’nın arkasındaki Türk birliğine baktı. Hepsi gayet nizami bir şekilde dizilmiş, verilecek emirleri bekliyordu. Gözlerini Gennaro ve Vincenzo’ya, yani Can Ali ve Pençe’ye çevirdi. Birbirlerine içten bir sevgi ile bağlı gibi gözüküyorlardı. En son Luka’ya, daha doğrusu Mirza’ya baktı. Söyledikleri doğruydu, Otranto’nun kurtuluşu için tek çözüm yolu buydu. Dün de böyle düşünüyordu, şimdi de… Ayrıca Mirza’nın ona olan aşkının samimiliğine ve gerçekliğine ikna olmuştu. Mirza’nın bakışlarında bunu görebiliyordu. Biliyordu ki, Mirza da onun bakışlarındaki aşkı hissedebiliyordu.
“İnan bana Mirza, ben seni daha çok seviyorum.” dedi Gemma ve Mirza’ya sarıldı. Sonra geri çekildi, “Yalnız bana bir söz vermelisin. Şehre, abime ve en önemlisi babama zarar vermeyeceksiniz.”
“Söz veriyorum Gemma, şerefim ve namusum üzerine söz veriyorum.” dedi Mirza.
Mirza, Gemma’yı katedrale göndererek büyük saldırının başladığını haber vermesini istedi.  Böylece tüm sivil halk katedrale sığınacak, gereksiz ölümler engellenecekti. Gemma ayrıldıktan sonra, Mirza, Can Ali’nin getirdiği zırhını giydi ve savaşa hazırlandı. Mirza, Pençe ve Can Ali komutasındaki birlik hızla güney kapısına yöneldi.
Kapıya yaklaştıklarında Otranto’nun savunma birliklerinin dışarıdan yapılacak büyük saldırı için hazırlanmış olduklarını gördüler. Ne var ki, içerden her hangi bir saldırı beklemiyorlardı. Türk birliği hızlı bir saldırı ile savunma hatlarını aştı. Küçük bir grup hemen kapıya ulaştı ve güney kapısını içerden açtı. Bunu bekleyen dışarıdaki Osmanlı askerleri hızla kapılardan içeri girdi. Otranto askerlerinin çoğu saldırı karşısında afallamış, oldukları yere mıhlanmış bir şekilde kalakalmış, savunma bile yapamamışlardı. Çatışma çok kısa sürdü ve askerlerin tamamına yakını esir alındı.
Kapının artık düştüğünü gören Mirza, Can Ali ve Pençe’yi de yanına alarak hızla katedrale yöneldi. Kont, baronlar ve tüm sivil halk Gemma sayesinde artık katedralde toplanmış olmalıydı. Gemma’ya verdiği sözü tutması için bu son şanstı. Yoksa ordu ganimet hırsı ile şehri yerle bir edebilirdi.



Mirza, yanında Pençe ve Can Ali olduğu halde katedralin büyük kapısından içeri girdi. Zırhı ve iki elinde tuttuğu yatağan kılıçları yüzünden halk ilk başta onu tanıyamadı. Ama muzaffer bir kumandan edası ile katedralin koridorunda yürümeye başladıktan sonra halktan, hayret ve korku nidaları yükseldi. Kont Largo da ilk başta onu tanıyamadı. Yanındaki Ciro ve Stefano da öyle… Sadece Gemma, Mirza’yı giriş kapısından girerken görünce gülümsedi. Onun sözünü tutacağını biliyordu.
“Kont Francesco Largo! Artık her şey bitti, şehir düştü. Lütfen bana güvenin. Öldürdüğünüz elçinin teklifi hala geçerlidir. Kendinizin, ailenizin ve halkımızın güvenliği için lütfen karşı koymayın. Bu saldırı barış içinde sonlansın.” dedi Mirza.
“Vay vay vay!” dedi Largo, “Demek bizim cana yakın papaz Luka’mız, koynumuzda beslediğimiz bir hainmiş de haberimiz yokmuş. Söyle bana Luka! Türkler seni kaç altına satın aldı?”
“Türkler beni satın almadı Kont Largo. Ben zaten Türk’üm, adım da Mirza. Buraya casus olarak geldim, ama zamanla bu şehri ve halkını çok sevdim. Şu anda da bilin ki ne yapıyorsam, bu şehrin ve halkının iyiliği için yapıyorum.”
“Buna inanmamızı mı bekliyorsun?” dedi Ciro konuşmaya katılarak.
“Ciro, eğer isteseydim, şu anda bu katedrali içindekiler ile birlikte yakarak yerle bir ederdim. Ama ben bu şehrin Osmanlı himayesinde daha mutlu ve daha adil bir yönetimle, gerçek sahipleri Largolar tarafından idare edilmesini arzu ediyorum. Bu yüzden size hitap ediyorum. Bu yüzden sizi ikna etmeye çalışıyorum.”
“Peki, Luka, pardon Mirza… Diyelim ki bu dediklerin doğru. Sana nasıl güvenebileceğiz?” dedi Kont Largo.
“Bana güvenmek zorundasınız Kont Largo. Çünkü ne başka şansınız var, ne de başka bir kurtulma umudunuz.” dedi Mirza kararlı bir şekilde. Bunları söylerken Can Ali ve Pençe’nin onu desteklediğini ve onunla aynı şekilde düşündüklerini biliyordu.
Kont Largo bir süre bekledi, sonra Ciro ile sessizce bir şeyler konuştu. Stefano da yanlarında onları dinliyordu, yüz ifadesi giderek memnuniyetsiz bir hale bürünüyordu. Largo, Ciro ile konuşmasını bitirdi.
“Bize verdiğin sözlerin yerine getirilmesini bekliyorum Luka, ya da Mirza, artık adın her ne haltsa.” dedi Largo.
“Bu ne anlama geliyor?” dedi Stefano inanamayarak.
“Bu artık aptalca davranamayacağımız anlamına geliyor Stefano! Şehri teslim edeceğiz.”
“Nasıl böyle düşünebilirsin Largo? Daha dün Agricolo’yu bu yüzden öldürmedin mi sen?” diye bağırdı Stefano.
“Son ana kadar kralımız Ferdinand’ın destek kuvvetlerle bize yardıma gelmesini umdum ama böyle bir şeyin olmayacağı artık çok açık. Üstelik dünden beri başpiskoposu haksız yere öldürmenin verdiği vicdan azabıyla kahroluyorum. Yaptıklarımdan dolayı çok pişmanım. Oğlumun ve kızımın inadım yüzümden öldürülmelerine göz yummayacağım. Başka çaremiz yok rahip, şehri teslim edeceğiz.” dedi Largo. Pes eder bir şekilde başını eğdi.
“Ne cüretle böyle konuşursun? Asla Türklerin hâkimiyetine girmeyeceğiz demedin mi sen? Halk böyle düşünmüyor Largo. Halk sonuna kadar savaşmamızı istiyor. Sen olsan da olmasan da!” diyerek kükredi Stefano.
Stefano elini cüppesinin içine uzattı ve bir hançer çıkardı. Bu dün Largo’nun Agricolo’yu öldürürken kullandığı hançerdi. Hızla ileri atıldı ve hançeri hızlı hamlelerle Largo’nun sırtına sapladı. Largo bir anda yere yığıldı. Babasının yere düştüğünü gören Ciro, Stefano’ya doğru kılıcını savurdu ve tek hamlede onu yere serdi. Sonra babasına doğru eğildi, “Baba, ses ver, baba! Kurtaracağız seni!” diye bağırdı. O anda Stefano doğruldu, Ciro’ya arkadan yaklaştı ve hızlı bir hareketle Ciro’nun şah damarını kesti. Ciro, yerde hareketsiz yatan babasının üzerine yığıldı.
Her şey çok çabuk olup bitmiş, olayın içindeki üçlü dışında herkes tüm olayı ancak bir tiyatro izler gibi izlemişti. Mirza, Stefano Ciro’yu öldürdükten sonra hızla platforma koşmuş, Stefano ile korkudan rengi atmış Gemma arasına girmişti.
“Sen! Hain Luka! Başından beri sende bir tekinsizlik olduğunu biliyordum. Tüm o sevimli halkın dostu rahip numaraları sahteydi. Sen kendinden başka kimseyi umursamıyordun.” dedi Stefano, konuşurken ağzından kan saçıyordu.
“Sen beni hiçbir zaman anlayamadın Stef. Hiçbir zaman benim ne kadar samimi olduğumu görmedin. Ben gerçekten de halkım için elimden geleni yaptım ve yapmaya devam ediyorum.” dedi Mirza.
“Biz rahipler, halkın iyiliği için değil, tanrımızın iyiliği için çalışmalıyız. O aptal Agricolo da senin gibiydi. Halk olmadan biz bir hiçiz, derdi. Neyse ki hak ettiği sonu buldu.” dedi Stefano. Artık konuşurken bir hayli zorlanıyordu. “Merak etme senin ve yanındaki kaltağın da sonu onun gibi olacak!”



“Hiç zannetmiyorum Stef.” dedi Luka ve büyük bir hışımla yatağan kılıçlarını çapraz savurarak, Stefano’nun kellesini gövdesinden ayırdı.

***

Birkaç saat sonra Gedik Ahmet Paşa, marşlar eşliğinde şehre girdi. Yolun iki tarafına dizilmiş Osmanlı askerleri paşaya tezahüratlarda bulunuyordu. Paşa, karanlık kadar koyu bir ata binmişti ve çok azametli gözüküyordu. Artık Otranto fatihiydi.
Direkt olarak katedrale giden Gedik Ahmet Paşa, atından inerek içeri girdi. Askerler insanlarla paşa arasında etten bir duvar örmüşlerdi. İnsanlar korkmuş bir şekilde yeni yöneticilerini bekliyor, hayatlarından endişe ediyorlardı. Mirza, Pençe ve Can Ali Beyler, platformda paşayı bekliyorlardı. Kontun kızı Gemma da Mirza’nın hemen yanında paşayı izliyordu, yüzünde mağrur bir ifade vardı.
Gedik Ahmet Paşa, platforma çıktı ve uzunca bir süre Mirza ve Gemma ile konuştu. Konuşmaları bittikten sonra Mirza mahcup, Gemma ise mutlu bir ifade ile paşanın sağ tarafına geçti. Gedik Ahmet Paşa platformun ön kısmına ilerledi.
“Otrantolular!” dedi yüksek bir sesle, “On beş gün boyunca şehrinizi büyük bir kahramanlık göstererek savundunuz. Biliniz ki bu kahramanlıklarınız, tarafımızdan büyük bir hayranlıkla karşılanmıştır. Ne var ki kralınız size ihanet etti ve bizimle savaşmayı reddetti.
Biz bu topraklar üzerinde, Roma’nın varisi olarak hak sahibiyiz. Biz, size de adalet, barış ve refah getirmek için buradayız. Osmanlı adaleti sadece Türkler için değil, tüm cihan içindir. Bu tarihten sonra Otranto artık bir Osmanlı toprağıdır. Sizler de bu devletin bir parçası, bu devletin bir tebaasısınız. Bu günden sonra mal ve can güvenliğiniz bizim teminatımız altındadır.
Daha önceden de söz verdiğimiz gibi bu kentin yöneticileri Largo hanesidir. Ne yazık ki Kont Largo ve oğlu Ciro’nun hainler tarafından katledildiğini öğrenmiş bulunuyorum. Yine de Allah’a şükürler olsun ki, Kont Largo’nun kızı Gemma Largo hala hayattadır. Kendisi bu durumda Kontes Largo olarak babasının tüm haklarını devralmıştır.”
Halktan büyük bir alkış koptu. Paşanın güven verici konuşması onları rahatlatmıştı. Paşa ayrıca şehrin yeni yöneticisi olarak da çok sevdikleri Gemma’yı işaret etmişti.
“Sizlere müjdeli bir haberim daha var. Sizin Luccalı Luka olarak bildiğiniz, Osmanlı Donanmasının en yiğit kumandanlarından Mirza Bey ile Gemma Largo evlenmeye karar vermişlerdir. Mirza Bey’e olan sevginiz bizim dahi kulağımıza gelmiştir. İtalyan kökenli olması ve size olan sevgisini de göz önünde bulundurarak, Mirza Bey’i Napoli Eyaleti Beylerbeyi olarak atıyorum. Mirza Paşa bu günden sonra, Osmanlı’nın İtalya’daki kılıcı ve sesi olacaktır. Hayırlı uğurlu olsun!”

***

Şehrin fetholunmasının üzerinden bir ay geçmişti. Mirza ve Gemma’nın düğünü şehir meydanında büyük bir coşkuyla devam ediyordu. Daha önce görülmemiş bir ziyafet hazırlanmıştı ve halka bol bol yemek dağıtılıyordu. Çalgıcılar halkı eğlendirmek için ellerinden geleni yapıyor, İtalyan ezgileri ile topluluğu coşturuyorlardı. Kuşatma zamanında yaşanan zorluklar, şimdiden unutulmuşa benziyordu.
Osmanlı ordusu geriye kalan sekiz yüz Otranto askerini esir almış ve Arnavutluk’a sürgüne göndermişti. Mirza her ne kadar Gedik Ahmet Paşa’yı bu konuda, aksine ikna etmeye çalışsa da başarılı olamamıştı. “Seni bu kadar yoğun bir grubun içinde tehlikeye atamam Mirza, kararım kesindir.” demişti. Buna rağmen sivil halka dokunulmamış, mallarına zarar verilmemişti. Halkın bir bölümü Osmanlı idaresinden memnun olmasına rağmen, bir bölümü hala bunu kabullenememişti. Mirza, yine de durumdan umutluydu.
“Tanıştığımız günü hatırlıyor musun Gemma?” diye sordu yanında oturan Gemma’ya.
“Hiç unutur muyum Mirza?” dedi ve boynunda taşıdığı madalyonu çıkararak Mirza’ya gösterdi. Madalyonun üstündeki Otranto burçları, gerçeğini aratmıyordu. Tanıştıkları gün, Mirza bu madalyonu ona hediye etmişti.
Mirza, cebinden başka bir kolye çıkararak Gemma’nın boynuna taktı. Kolye, Largo ailesinin simgesi olan arka ayakları üstünde yükselmiş bir aslan figürüydü.
“Bana verdiğin bu emanet tekrar senindir Gemma’m. Otranto burçları Largo ailesinin olduğu için, boynundaki madalyon da bu kolyeyle birlikte durmalı.” dedi Mirza.
Gemma gülümsedi, madalyonu ve kolyeyi avucuna aldı. Mirza’nın da dediği gibi birlikte çok güzel gözüküyorlardı.
“Bir gün gelecek Mirza’m, çocuklarımız, Gemma Largo ve Mirza Paşa’nın çocukları, bu burçların sahibi olacak. Artık Otranto kentinin simgesi sadece aslan değil, burçların önünde yükselen aslan olacak.” dedi Gemma ve Mirza’nın yanağına ilk tanıştıkları günkü gibi bir öpücük kondurdu.
Aradan bu kadar zaman geçmesine ve bu kadar olay yaşamalarına rağmen, Luccalı Luka’nın, diğer adıyla Napoli Valisi Mirza Paşa’nın bu öpücük sonrasında hissettiği duygular ve mutluluk, ilk tanıştıkları gün aldığı öpücük sonrasında hissettikleri ile birebir aynıydı.



*** SON ***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder