Koyu
maviliğin dalgalı sularının ardından yükselen soluk Arnavutluk dağları bu
uzaklıktan zar zor seçiliyordu. Luka, daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı.
O dağlar da artık Türklere aitti. Konstantinopolis düşeli 27 yıl olmuştu bile,
ama bunun yarası Luka’nın şu an bulunduğu Otranto’da ve dahi tüm İtalya’da çok
tazeydi. Uzun bir süre de kapanacağa benzemiyordu. Bunun üstüne şimdi artık
Arnavutluk da Türklerin eline geçmişti.
Luka,
çalan çan sesleriyle düşüncelerinden sıyrıldı. Pazar ayini başlayacaktı. Yazın
gelişiyle ayin için bahaneler azalmıştı ve kentin büyük çoğunluğu katedrali
dolduruyordu. Bu durum en çok Başpiskopos Agricolo’nun hoşuna gidiyordu. Bu
sayede kilise adına topladığı bağışlar artıyor, bu bağışları Vatikan’a
göndererek, en büyük hedefi olan kardinalliğe bir adım daha yaklaştığını
düşünüyordu. Agricolo hırsları olan, akıllı bir adamdı.
Luka,
Agricolo’yu kızdırmamak için burcun penceresinden uzaklaşarak katedrale doğru
yürümeye başladı. Yolda gördüğü şehir halkı, ona selam veriyor, iyi dileklerini
sunuyorlardı. Şehir halkı, henüz altı aydır tanımasına rağmen Luccalı bu genç
rahibi çok sevmişti. Luka, Başpiskopos Agricolo’nun diğer yardımcısı, rahip Stefano’ya
hiç benzemiyordu. Stefano’nun aksine, Luka vaktinin çoğunu kilise dışında
geçiriyor, mümkün olan her şekilde şehir halkına yardım ediyordu. Yaklaşık on
bin kişinin yaşadığı bu şehir, başlarda Luka’ya çok sıkıcı ve iç karartıcı
gelmiş olmasına rağmen, Luka zamanla Otranto’yu sevmeye başlamış, son
zamanlarda da şehre karşı derin bir bağlılık hissetmeye başlamıştı. Bu
bağlılığını, Otranto’nun, doğduğu şehir Lucca’ya olan benzerliğine yoruyordu.
Luka,
Konstantinopolis’in düştüğü yıl, İtalya’nın Toskana bölgesinde sevimli bir kıyı
şehri olan Lucca’da dünyaya gelmişti. Annesi onu İncil yazarı Antakyalı Aziz Luka’ya
benzetmiş ve adını Luka koymuştu. O kente dair anıları Luka için büyük önem
taşıyordu. Görevi dolayısıyla bu tip düşünceler taşımaması gerekiyordu ama kim
bilecekti ki? Bu hisler Luka’nın sırrıydı ve bu sırları kardeşleri gibi gördüğü
Genoalı Gennaro ve Venezialı Vincenzo dışında kimse bilmiyordu. Bu sırrını
düşününce aklına dostları geldi. Dostlarını ne kadar da çok özlemişti. Ne de
olsa birlikte büyümüşlerdi.
Katedralden
içeri girerek, Agricolo’nun yanına yöneldi. Başpiskoposun odasına girdiğinde,
Stefano el pençe divan, yaşlı adamın yanında dikiliyordu.
“Ooo hoş
geldiniz ekselansları, sizi görmek ne büyük onur!” dedi Agricolo, abartılı el
hareketleri ile. Stefano, sinsice sırıtıyordu.
“Özür
dilerim peder, herhangi bir mazeretim yok.” dedi açık sözlülükle Luka.
Luka’nın
dürüstlüğü her zaman Agricolo’nun hoşuna gitmişti.
“Neyse
artık ziyanı yok, hadi geç kalmayalım, insanlar toplanıyordur.” dedi ve
Luka’nın sırtını sıvazladı. Stefano’nun sırıtışı silinmişti. Luka, Stefano’ya
göz kırptı ve Agricolo’nun ardından ana salona yöneldi.
Ana
salona girdiklerinde şehrin lideri ve yöneticisi Kont Francesco Largo’nun mihrabın
önünde ayakta beklediğini gördüler. Yanında oğlu Ciro duruyordu. Ciro’nun
yanında ise Luka’nın daha önce görmediği bir kız vardı. Luka kıza daha dikkatli
bakmaya çalışırken, kız birden bakışlarını yerden kaldırdı ve Luka’ya baktı.
Sanki Luka’nın ona baktığını hissetmişti.
Bir anda
irkilen Luka, bakışlarını hızla kaçırdı ve Stefano’ya döndü, “Stef, Ciro’nun
yanındaki kız kim?” diye sordu. Stefano kızgın bir bakış attı ve cevap vermedi.
Luka iç geçirdi ama üstelemedi.
Agricolo’nun
salona girdiği görüldüğünde kilise banklarında bir hareketlenme oldu ve herkes
ayağa kalktı. Başpiskopos, mihraba çıktı ve ayine başladı. Luka ayin boyunca
Ciro’nun yanında oturan güzel kızı izledi. Kız, birkaç kez Luka’nın bakışlarını
yakalamıştı ama ters bir şey yapmamış, aksine Luka’ya gülümsemişti. Luka, bu
anlarda bakışlarını kaçırmıştı, ama kızın gülümsemesi hoşuna gitmişti. Böyle
düşündüğü sırada, Katolik bir rahip olduğunu ve aklından geçenlerin ne kadar
tehlikeli olabileceğini kendi kendine tekrar hatırlatması gerekmişti. Bu
hatırlatmadan sonra ayin sonuna kadar bir daha kıza bakmadı.
Ayin
bittikten sonra, önce Kont Largo olmak üzere katedralde toplanmış insanlar, rahipleri
ve başpiskopos Agricolo’yu tebrik etmeye geldi. Largo resmi bir şekilde Luka ve
Stefano ile el sıkıştı ve Agricolo’nun karşısına geçti. Largo’nun ardından oğlu
Ciro da Luka ve Stefano ile el sıkıştı, ama Agricolo’ya geçemedi, çünkü babası
başpiskopos ile bir sohbete başlamıştı. Bu yüzden Stefano’nun karşısında
kalmıştı. Ciro mecburiyetten Stefano ile havadan sudan konuşmaya başladı.
Stefano soylu sınıfından hiç hazzetmez, onların Tanrı’nın insanlar arasındaki
eşitlik ilkesine ters düştüğünü düşünürdü. Luka, Stefano’nun yüzünden okunan
hoşnutsuzluğu görünce içinden kahkahalar atıyordu. O sırada kendisine uzanan
narin bir el gördü. Kafasını kaldırdığında, hayatı boyunca gördüğü en güzel
gözlerle karşı karşıya geldi.
Gözlerin
sahibi, “Tebrik ederim peder, ruhani ihtiyaçlarımızı besleyen mükemmel bir ayin
oldu.” dedi.
“Yüce
efendimizin bize mirasını tebliğ ediyoruz sadece sinyorina.” diyerek karşılık
verdi Luka. Rahiplik görevinden ödün vermemesi gerekiyordu. Kız, Stefano’ya
doğru ilerlemek için o yöne doğru döndü ama sıra ilerlemiyordu, Largo ile
Agricolo konuşmaya devam ediyorlardı. Kız bakışlarını önüne indirmişti.
Luka,
daha fazla dayanamayarak, “Sizi ilk kez katedralde görüyorum sinyorina, şehrimize
yeni mi katılıyorsunuz?” diye sordu.
Kız,
hayır anlamında başını salladı ve gülümseyerek karşılık verdi; “Ah hayır. Adım
Gemma Largo. Kont Largo’nun kızıyım. Bu yıl Napoli’de Kralımız Ferdinand’ın
sarayında eğitim görüyordum. O yüzden şehrimize yeni geldim. Ben de sizi ilk
kez görüyorum.”
“Evet,
Vatikan’dan altı ay önce şehrimize atandım. Aslen Luccalıyım. Adım Luka.”
“Luccalı
Luka demek.” dedi Gemma küçük bir kahkaha atarak, “Ne güzel.”
Luka
gülümseyerek karşılık verdi. O sırada Largo ile Agricolo sohbetlerini bitirmiş
ve kont başpiskoposu rahat bırakmıştı. Bu fırsatı kaçırmayan Ciro, Stefano ile yaptıkları
eziyetli sohbeti derhal bitirmiş ve Agricolo’nun eline doğru kaçarcasına hamle
yapmıştı.
Sıranın
ilerlediğini gören Gemma tam adım atacakken Luka’ya döndü, “Görüşmek üzere
peder. Sizinle tanıştığımıza sevindim.” dedi.
“Aynı
şekilde sinyorina.” diye cevap verdi Luka ve protokoldeki diğer insanlarla
tokalaşmaya devam etti. Tebrik merasimi boyunca el sıkıştığı insanlara
gülümsüyor ve tebrikleri kabul ediyordu, ama aklı güzel gözlü Gemma’da
kalmıştı.
Ayin
bittikten sonra Agricolo, yardımcıları ile kısa bir toplantı yapmış, sonrasında
o günlük işlerini halletsinler diye onları serbest bırakmıştı. Bu tip
zamanlarda Stefano ya kütüphaneye kapanır, ya da küçük odasında dua ederdi.
Luka ise bu vakti şehirde geçirir, insanlara her türlü işte yardım etmeye
çalışırdı. Yardım edecek birini bulamazsa demirci Giovanni’nin atölyesine gider
ya demirciye yardım eder, ya da kişisel projelerle uğraşırdı. Bu projelerde
bazen kendine hançer döver, bazen de tunçtan küçük süs eşyaları yapardı.
Bugünkü
planında da önce şehir meydanına inerek, yardım edebileceği birilerini bulmak,
eğer bulamazsa Giovanni’nin atölyesine giderek bir süs eşyası yapmak vardı. Bu
düşüncelerle katedralden çıkmak üzereydi ki, bir el, kolunu tuttu.
Geriye
döndüğünde, Stefano, “Sinyorina Largo ile uzun uzun muhabbet ettiniz. Yoksa
etkilendin mi ondan?” diye sordu. Sesinde kuşkucu ve suçlayıcı bir hava vardı.
“Sen de
Ciro ile aynı şekilde, Stef… Sen Ciro’dan ne kadar etkilendiysen, ben de
Gemma’dan o kadar etkilendim.” dedi Luka.
Stefano
sinirlendi, gözlerini kıstı, “Hımf.” diye bir ses çıkararak Luka’nın kolunu
bıraktı ve odasına yöneldi. Luka verdiği cevaptan dolayı kendini tebrik etti ve
gülerek katedralden çıktı. Her geçen gün Stefano ile laf dalaşı yapmaktan daha
çok hoşlanıyordu.
Şehir
meydanında yapacak bir iş bulamayınca, Giovanni’nin atölyesine gitti. Giovanni,
Luka’yı “İyi günler peder” diyerek karşıladı.
“İyi
günler, Giovanni Usta. Yardım edebileceğim bir iş var mı?” diye sordu Luka.
“Yok,
birkaç tane nal yapacağım ben. Sen kafana göre takıl.”
Luka,
ocağın başına geçti ve çalışmaya başladı. Akşam olduğunda Otranto burçlarını
resmettiği bir madalyon yapmıştı bile. Giovanni’ye veda etti ve katedrale doğru
yürümeye başladı. Demircilik işi zevkli olduğu kadar yorucuydu. Bu gece güzel
bir uyku çekecekti.
Yürürken,
arkasından bir sesin “Peder! Peder Luka!” diye seslendiğini duydu. Sesin
geldiği yöne döndüğünde Gemma’nın kendisine doğru hızlı adımlarla koştuğunu
gördü, Gemma bir yandan da el sallıyordu. Luka da el sallayarak karşılık verdi.
“Peder
Luka sizi gördüğüme çok sevindim.” dedi Gemma.
“Aynı
şekilde sinyorina.” dedi Luka. Gemma, sabah olduğundan daha güzel görünüyordu.
“Ruhban
sınıfının katedralin dışına çıktıkları pek görülmez ama siz bu saatte dahi
dışarıdasınız.”
“Evet,
genelde öyledir,” dedi Luka gülümseyerek, “Ben bildiğiniz rahiplerden değilim anlaşılan.”
Kısa bir
kahkaha ile karşılık verdi Gemma, “Öyle gözüküyor, şehir halkı da sizi çok
seviyor zaten.”
“Sağ olsunlar,
sevgimiz karşılıklı.”
“Öyle
öyle, bugün kiminle konuşup, sizi sorduysam, ne kadar iyi bir insan olduğunuzu
söyleyip durdular.”
“İnsanlara
beni mi sordunuz?” dedi Luka merakla.
Gemma’nın
yanakları al al oldu, pot kırdığını ancak fark edebilmişti. “Yani, şehrimize yeni
gelen bir rahibi merak ettiği için kontun kızını suçlayamazsınız, değil mi?”
Luka,
Gemma’nın gafını idare edişine hayran kaldı. “Doğru diyorsunuz sinyorina, şehri
ne kadar sevdiğinizi biliyorum. O yüzden soruşturma yapmak en doğal hakkınız.”
dedi, Gemma’nın bahanesini güçlendirmeye çalışmıştı.
Gemma
gülümsedi, “Otranto bizim annemiz. Bu şehir için hepimiz her türlü fedakârlığı
yapmalıyız.” dedi.
Luka,
cüppesinin cebinden, demirci Giovanni’nin atölyesinde bugün yaptığı madalyonu
çıkardı. “O halde, bu hizmetkârınızın yaptığı bu madalyonu beğeneceğinizi
umuyorum. Size layık değil ama kabul buyurunuz lütfen.”
“Otranto
burçları mı? Ah hayır, kabul edemem bunu. Çok uğraşmış olmalısınız, pazarda
yüksek bir meblağa satabilirsiniz bunu.”
“Benim
için maddi bir değeri yok. Ama siz alırsanız manevi değeri çok yüksek olacak.
Lütfen kabul edin.”
“Çok
güzel bir madalyon bu… Ah, çok teşekkür ederim Luka.” dedi Gemma ve Luka’nın
yanağına çekimser bir öpücük kondurdu. Daha sonra bir rahibi öptüğünü fark etti
ve utanarak hızlı adımlarla şatoya doğru uzaklaştı.
Luka
olduğu yerde kalakalmıştı. Bir yandan çok mutlu hissediyor, bir yandan birinin
az önceki hadiseyi görüp görmediğini anlamak için etrafı kolaçan ediyordu.
Anlaşılan, güvendeydi, kimsenin olan bitenden haberi yoktu. Derin bir oh çekti.
Tam bu
sırada, kulakları sağır eden çan sesini duyarak irkildi. Zangoç, çanı sanki
hayatı buna bağlıymış gibi büyük bir güçle sallıyor, tüm şehrin ilgisini
kendisine çekmek istiyordu. Luka, çanın ritmine kulak verdi. Alarm ritmiydi bu,
bir düşman tehlikesi var demekti.
Luka
koşarak kale surlarındaki burca çıktı. Arnavutluk tarafına bakan pencereye ağır
adımlarla yaklaştı. İşte oradaydılar, Osmanlı gemileri… Onlarca hilal sancaklı
gemi, kararlı bir şekilde İtalya kıyılarına geliyordu. Luka kabaca gemileri
saydı, yüzün üstünde kalyon, kadırga ve çektirme vardı. Osmanlı Donanması var
gücüyle Otranto’ya saldıracaktı.
Luka
burçtan inip, katedrale koştu. Doğruca Agricolo’nun odasına gitti. Tam o sırada
bir haberci Agricolo’ya yaklaşan felaketin haberini veriyordu. Stefano da odada
habercinin anlattıklarını pür dikkat dinliyordu. Haberci odayı terk ettiğinde,
Agricolo’nun suratında acı ve korku ifadesi vardı.
Kısa
süren bir sessizliğin ardından, Agricolo gerginliği bıçak gibi kesen o sözleri
söyledi, “Oh, Yüce Meryem, Tanrı’nın annesi, biz günahkârlar için dua et, şimdi
ve ölüm anında!”
Yarım
saat içinde şehrin tüm ileri gelenleri Kont Largo’nun şatosunda, kabul odasında
buluşmuşlardı. Luka ve Stefano da Agricolo’nun yardımcıları sıfatıyla, bu savaş
toplantısında bulunuyorlardı.
“Başımıza
büyük bir felaket geldi beyler.” diyerek giriş yaptı Kont Largo. “Kâfir
Türkler, kıyılarımıza yaklaşmak üzereler.”
“Surlarda
toplarımız yok mu? Hemen donanmayı top atışına tutalım!” dedi Stefano heyecanla
ve onaylaması için başpiskopos Agricolo’ya baktı. Agricolo’nun bakışları çeliği
delercesine sertti. Stefano haddi olmayarak kendisine soru sorulmadan
konuşmuştu, hatasını anlayarak başını öne eğdi.
“Yardımcımı
affedin. Genç rahipler bazen Tanrı sevgisi ile böyle heyecanlanabiliyorlar.”
dedi Agricolo. “Ama söylediği mantıksız değil, Kont Largo, toplarımız ateşe
hazır mı?”
“Hayır,
başpiskopos, ateş edemiyoruz.” dedi Ciro. “Gemiler atış menzilimize
girmiyorlar, rotaları güneydoğuya doğru gözüküyor. Donanma limana
yaklaşmayacak. Sanırım güneydoğudan karadan gelip, güney kapısını kuşatacaklar.”
“Hemen
tüm halkı iç kaleye çağırmamız gerekiyor. Gerekli ayarlamalar yapılsın.” dedi
Largo yanında duran baronlardan birine. Şişman baron anladığını ifade eder
şekilde başını salladı.
“Ciro,
sen de bir an önce kralımız Ferdinand’a haber vermek ve yardım istemek için
Napoli’ye gitmelisin. Kralımıza sadece Otranto ve Napoli’nin değil, tüm
İtalya’nın, hatta Roma’nın tehlike altında olduğunu anlat.” dedi Largo,
heyecanla.
Ciro
emri alır almaz, bir an önce Napoli’ye gitmek için odayı terk etti. Luka,
Agricolo’ya bakarak bir şey söylemek istediğini işaret etti. Başpiskopos
başıyla onayladı. Luka, boğazını temizledi ve söze girdi, “Peki Türkler ile bir
görüşme yapacak mıyız?” diye sordu.
“O pis kâfirler
zaten bize geleceklerdir. Hakaretler ederek güzel şehrimizi terk etmemizi
isteyecekler. Bu iş diplomasi ile çözülmeyecek sayın peder. Kılıçlarımızın,
Adriyatik’i Türklerin kanları ile boyamaları neticesinde çözülecek.” dedi
Largo.
Largo’nun
söylediklerinin ilk cümlesi doğru çıktı. Sabah saatlerinde surlarda bir
hareketlilik oldu. Küçük bir Osmanlı grubu kapıya yaklaştı ve elçi olarak
geldiklerini duyurdular. Largo maiyetiyle birlikte şatoda kabul odasında
elçileri bekliyordu.
“Teslim
olmayı mı önerecekler dersiniz Kont Lar-?” diye sordu Agricolo.
“Ne
önerecekleri umurumda değil.” diyerek Agricolo’nun sözlerini kesti Largo. O
sırada elçiler huzura geldi. Luka, Largo’nun yanında duran Agricolo’nun hemen
sağında duruyordu. Elçiler salona girer girmez, Largo’nun maiyetini hızlıca
gözden geçirdiler. Sanki Luka’ya, elçilerin gözleri onun üstünde gereğinden
fazla kaldı gibi geldi.
“Bu
kalenin efendisi kimdir?” diye bağırdı daha uzun olan elçi. Akıcı bir İtalyanca
ile konuşuyordu.
“Kim
bilmek ister?” diyerek karşılık verdi Largo.
“Ben,
Osmanlı Donanması’ndan Pençe Bey ve yanımda duran yiğit, can yoldaşım Can Ali
Bey, Osmanlı Kaptan-ı Derya’sı Gedik Ahmet Paşa’nın görevlendirmesiyle, Roma’nın
varisi Konstaniyye Fatihi Sultan Mehmed Han adına bilmek isteriz.” dedi Pençe.
“Ben,
Napoli Kralı Ferdinand’ın hizmetkârı Kont Largo. Bu kalenin, içindeki ve
dışındaki tüm insanların, hayvanların ve arazilerin sahibi ve efendisiyim.”
dedi Largo.
“O zaman
Kont Largo…”
“Dur
bakalım orada pis Türk!” diyerek elçinin sözünü kesti Largo. “Sen kim oluyorsun
da bana hitap edebileceğini zannediyorsun? Benimle muhatap olacak biri varsa o
da senin gibi değersiz bir levent değil, hesap verdiğin paşa olabilir. Şimdi şehrimden
defolun!”
Elçiler
şaşırmışa benzemiyorlardı. Hatta Can Ali pişkin pişkin sırıtıyordu.
“Peki,
madem.” dedi Pençe ve bir işaretiyle ekibini de arkasına alarak şatodan çıktı.
“Bari ne
önereceklerini dinleseydik Kont Largo.” dedi Agricolo.
“Daha
önce de söylediğim gibi, umurumda değil.” dedi Largo.
“Belki
para isteyeceklerdi, bilemiyoruz ki... Belki de altın vererek bu belayı
defedebilecektik, neden sözlerini kestin Largo?” diye feryat etti Agricolo. Son
cümlede sesini yükseltmişti.
“Haddini
bil papaz efendi!” dedi Largo. Hiddetlenmişti. “Kilisenin dışındaki gücünü
fazla büyütme.”
Agricolo,
yardımcılarını da alarak hışımla kabul salonunu terk etti. Katedrale giden yol
boyunca Largo’ya söylendi. Dedikleri tam olarak seçilmiyordu ama ‘ahmak, geri
zekâlı, moron, akılsız’ gibi kelimeler yoğunluktaydı. Katedrale gittikten sonra
da yardımcılarını kendi odalarına yollayarak, odasına kapandı.
Odasında
bir süre durum değerlendirmesi yapan Luka, elçilerin kovulmasının etkilerinin
hemen görüleceğini biliyorlardı. Türkler saygısızlığa hiç tahammül
edemiyorlardı. Odasında daha fazla durmaya dayanamadı, surlara gitti ve her
zamanki gibi burca çıktı. Burcun ana kapı tarafına bakan penceresinden kalenin
önündeki alana baktı. Osmanlı ordusu çadırlarını kurmayı bitirmiş kuşatma
hazırlıkları yapıyordu. Kumandan çadırı uzakta da olsa rahatça seçiliyordu.
Diğer çadırlardan büyüklüğü sayesinde ayrışıyordu. Gelen elçi Pençe Bey’in
bahsettiği Gedik Ahmet Paşa, işte o çadırdaydı.
Luka bir
süre sonra surlardan ayrılarak şehir meydanını dolaştı. Surların dışında
yaşayan, çiftçilik yapan halk, meydanı doldurmuş, köşe bucak nereyi buldularsa
kendilerine bir yaşam alanı oluşturmaya çalışıyordu. Temmuz’un son günleriydi.
Hava sıcak olduğu için geceleri dışarda kalabileceklerdi. Ama kuşatma uzar da kışa
kalırsa, işte o zaman Otranto halkını zor günler bekliyordu. Luka da, diğer
Otrantolular gibi kuşatmanın uzamasını hiç arzu etmiyordu. Aklından bu
düşünceler geçiyordu ki, Otranto surlarına ilk Türk topu büyük bir gürültüyle
isabet etti. Türkler kuşatmaya fiilen başlamışlardı.
Top
atışları dört gün boyunca bu şekilde aralıklarla devam etti. Şehrin
savunmasında, şehirde bulunan dört yüz kişilik Napoli Kraliyet Ordusu
birliğinin yanı sıra ve Kont Largo’ya bağlı iki yüz kişilik paralı asker
kuvvetleri ve şehrin sekiz yüz kişilik milis kuvvetleri görev alıyordu.
Türkler, bu süre zarfında küçük gruplarla suru aşma denemeleri gerçekleştirmiş,
bu cılız denemeler savunma kuvvetleri tarafından püskürtülmüştü. Luka bu
saldırıların surları aşma amaçlı değil, tamamen şehrin savunmasını deneme
amaçlı olduğunu anlamıştı. Çünkü bu saldırılar sırasında, ana kuvvetin önünde küçük
bir grup oluşturuluyor, daha sonra herhangi bir destek kuvveti olmadan
saldırıyorlardı. Ana kuvvetin önünde Gedik Ahmet Paşa ve yardımcıları bizzat
saldırıyı izliyor, saldırı püskürtüldükten sonra çadırlarına geri dönüyorlardı.
Bu saldırılar sırasında savunma kuvvetlerinin verdiği tepkileri gözlemliyor ve
büyük saldırılarını buna göre planlıyor olmalıydılar.
Luka
surları döven top sesleri eşliğinde odasında çalışıyordu. Bu sırada Stefano
kapıyı çalmadan odaya daldı.
“Çabuk,
Başpiskoposla birlikte şatoya gidiyoruz.” dedi Stefano.
“Neden?
Kont Largo mu çağırıyor?” dedi Luka.
“Evet.
Ciro Napoli’den dönmüş.”
On beş
dakika içinde Kont Largo’nun kabul odasında toplanmışlardı. Ciro ve Gemma da
Largo’nun yanında yerlerini almışlardı. Tüm baronlar, Agricolo, Stefano ve Luka
da huzurdaydı. Her zamanki gibi Largo söze başladı.
“Dostlarım
maalesef haberler kötü.” dedi Largo. Baronlardan derin bir “Ah” sesi yükseldi.
“Kralımız ne yazık ki bize destek kuvvet gönderemiyor.”
“Gönderemiyor
değil baba, göndermiyor!” diye bağırdı Ciro kızgınlıkla, “O şişko mumya aşığı, «Napoli
ordusunu sizin için feda edemem.» dedi gözümün içine baka baka.”
“Haddini
bil Ciro!” diye kükredi Largo. “Kralımız hakkında ne cüretle böyle konuşursun?
Bir kral sadece bir şehri değil tüm ülkeyi korumakla yükümlüdür.”
“Bizi
korumakla da yükümlü değil mi o zaman?” diye sordu Agricolo.
“Evet,
yükümlü, ama bizi korumak ülkenin felaketi anlamına gelebilir, sayın
başpiskopos. Türklerin ordusunu görmediniz mi? Yirmi bin kişilik bir kâfir
ordusuyla saldırıyorlar! Kralımızın tek başına böyle bir güce karşı koyması
mümkün değil.” dedi Largo.
“Tüm
ordusuyla olmasa da en azından destek kuvvet gönderebilirdi. Şehirdeki dört yüz
Napoli askerine destek olabilirlerdi.” dedi Ciro. Baronlar, Ciro’yu onaylar
şekilde başlarını sallıyor, fısıldaşıyorlardı.
“Belki,
bu kralımızın kararı… Böyle uygun gördüyse bize bu karara saygı duymak düşer.
Bundan sonra tek başımızayız. Elimizden ne geliyorsa yapacağız. Kanımızın son
damlasına kadar şehrimiz için savaşmalıyız.” dedi Largo heyecanla.
“Doğru
diyorsun Kont Largo. Yalnız, hala Osmanlıları altınla ikna edebileceğimizi
düşünüyorum ben. Keşke elçileri kovmasaydın.” dedi Agricolo.
“Yine mi
aynı konu başpiskopos? Tamam, madem bu konuda ısrar ediyorsun, ne yapalım? Kâfir
Türklere elçi mi gönderelim?” diye sordu Largo.
“Evet,
en azından şansımızı denemeliyiz.”
“Tamam
kabul. Yalnız baronlarımdan hiç birini bunun için riske atamam. Biz onların
elçilerini öldürmedik ama onların aynı soyluluğu göstereceklerini hiç
zannetmiyorum.”
“Peki. O
zaman Luka ve Stefano gider. Onlara herhangi bir yetki vermemize gerek yok.
Sadece Türklere ne istediklerini sorup gelsinler.”
Largo
kabul eder şekilde başını salladı. O sırada Luka Gemma ile göz göze geldi.
Konsey boyunca o da Luka gibi sadece dinlemiş, söze girmemişti. Gemma, endişeli
bir şekilde Luka’ya bakıyordu. Anlaşılan Luka’nın elçi olarak
görevlendirilmesine memnun olmamıştı.
Konseyden
çıktıktan sonra Agricolo, yardımcılarına katedrale gidip hazırlanmalarını ve
bir saat içinde yanlarına dört asker alarak Türklerin ordugâhına gitmelerini
söylemiş ve Largo ile baş başa görüşmek için tekrar Largo’nun yanına gitmişti.
Stefano, Luka’ya tek kelime etmeden katedrale gitmiş, Luka’yı kabul odasının
kapısında tek başına bırakmıştı.
Luka da
katedraldeki odasına doğru gidecekti ki, kabul odasının kapısı açıldı; Ciro ve
Gemma dışarı çıktılar. Ciro başıyla Luka’ya selam verdi ve hızlı adımlarla
uzaklaştı. Gemma ve Luka tek başlarına kalmışlardı. Gemma’nın gözlerinde hala
içerdeki endişeli bakışlar vardı.
“Üzülmeyin
sinyorina. Başpiskoposun da dediği gibi tehlikesiz bir görev… Sadece ne
istediklerini sorup geleceğiz.” dedi Luka içtenlikle.
“Ah
Luka. Çok cesursun ama bilmelisin ki bu cesaretin senin sonun olabilir.” dedi
Gemma. Gözlerindeki endişe, sesine de yansımıştı.
Luka
gülümsedi, “Öyle olmayacağını umalım biz de.”
Gemma
bir an öylece Luka’nın gözlerinin içine baktı, sonra ellerini kendi boynunun
arkasına götürdü ve bir kolyenin kilidini açtı. Luka’nın sağ elini sağ eliyle
kavradı, avucunu açtı ve diğer elindeki kolyeyi Luka’nın avucuna bıraktı.
Luka’nın avucunu kapattı ve Luka’nın elini dudaklarına götürüp hafif bir öpücük
kondurdu. Sonra arkasını dönüp Ciro’nun az önce gittiği yöne doğru hızla gözden
kayboldu. Luka avucunu açarak Gemma’nın verdiği kolyeye baktı. Bu Largo
ailesinin simgesi olan arka ayakları üstünde yükselmiş bir aslan figürüydü.
Figür kan kırmızısı yakutlarla süslenmişti. Gemma, en değerli aile yadigârını
Luka’ya vermişti. Luka bir an öylece kalakaldı, sonra kolyeyi boynuna geçirip
katedrale gitmek üzere şatodan çıktı.
Luka,
yarım saat sonra katedralin önünde beklemeye başladı. Kısa bir süre sonra Ciro
yanında dört askerle katedrale geldi. Ciro’nun ardından Agricolo ve Stefano da
gruba katıldı. Agricolo, Luka ve Stefano’yu karşısına aldı ve iki elini iki
yardımcısının omuzlarına koydu.
“Oğullarım,
dikkatli olun. Fazla dikkat çekmeyin, öfkenize hâkim olun ve sakinliğinizi
kaybetmeyin. Unutmayın, amacınız isteklerini öğrenmek. Özellikle altın veya
vergi vererek bu işten çıkabilir miyiz, onu değerlendirin. Size güveniyorum
oğullarım. Yüce Tanrı sizi kutsasın.” dedi Agricolo ve eliyle gruba
gidebilirsiniz işareti yaparak yollarına uğurladı.
Şehrin
kapısına kadar tüm şehir halkı grubu endişeli gözlerle izledi. Şehir halkı
elbette görevin içeriğini tam olarak bilmiyordu, bu yüzden de söylentiler almış
yürümüştü. Luka halkın yanında geçerken, çoğunun “Şehri teslim edecek
korkaklar” diye fısıldadığını duymuştu. Onları duymazdan gelerek görevine
odaklandı. Zaten beş dakika sonra ana kapıdan çıkmışlardı bile.
Kısa bir
süre sonra bir bölük Türk askeri çevrelerini kuşattı ve ekibe eşlik etmeye
başladı. Bu bölük hem ekibi başına buyruk diğer askerlerden koruyor, hem de
ekibi gözaltında tutarak beklenmedik bir hareket yapmalarını engelliyordu. Bu
şekilde Luka’nın daha önce burçtan gördüğü Gedik Ahmet Paşa’nın çadırına
ulaştılar.
İçeri
girdiklerinde Gedik Ahmet Paşa’yı bir sedirde rahatça oturur halde buldular.
Elçi olarak şehre giren Pençe ve Can Ali de iki yanında Paşa’ya eşlik
ediyorlardı. Ekibin içeri girdiğini gören Paşa ayağa kalkarak Luka ve
Stefano’nun elini sıktı.
“Hoş
geldiniz sayın elçiler. Umarım yolda bir sorun yaşamadınız.” dedi Paşa akıcı
ama aksanlı bir İtalyanca ile.
“Hoş
bulduk Sayın Paşa.” dedi Luka aynı saygılı tonla. Stefano bir şey demedi,
sadece dinliyordu.
“Önceden
şunu bilmenizi isterim ki, benim divanımda elçilere saygısızlık yapılmaz. O
yüzden söylemek istediklerinizi rahatça söyleyebilirsiniz. Can ve mal
güvenliğiniz bu çadıra girdikten sonra benim güvencem altındadır.”
“Teşekkür
ederiz sayın paşa.” dedi Luka. “Aslında ziyaretimiz kısa ve öz olacak. Biliyor
ve görüyoruz ki şehrimizi kuşatmış durumdasınız. Yalnız şehre yaptığınız
ziyarette talihsiz bazı olaylar yaşandı ve biz sizin neden buraya geldiğinizi
öğrenemedik. Bizden ve şehrimizden ne istiyorsunuz sayın paşa?” diye sordu
Luka.
Gedik
Ahmet Paşa, kısa bir kahkaha attı. “Ne istiyorum öyle mi sayın elçi? Ne
istediğimi söylemeden önce size kısa bir hikâye anlatmak istiyorum. Kalbi ve
görevi arasında kalmış bir adamın hikâyesi…” dedi ve sedirine oturdu. Elçilere
de oturulacak yerler gösterildi ve çadırdaki herkes Paşa’yı dinlemeye koyuldu.
“Devlet-i
Aliyye-i Osmaniye o kadar adaletli ve o kadar merhametli bir devlettir ki,
fethettiği ülkelerin tebaalarından yetişen çocukları dahi alır, eğitir ve onlara
devletlerine hizmet etme imkânı sunar. Bu kişilere devşirme denir. Sultan
olamazlar elbette ama veziriazamlığa kadar yükselebilirler. İşte bizim hikâyemizin
kahramanı da bu şekilde Arnavutluk’tan alınmış bir devşirmedir.” dedi Paşa ve
sedirinde daha bir dikleşerek oturdu.
“İşte
bizim bu devşirme, Enderun’da en büyük âlimlerden dersler almış ve Müslüman
olmuş. Gün geçtikçe de devletine hizmet edebilmek için yanıp tutuşmaktaymış. Ne
de olsa o devlet, onu sefil köyünden alıp, önüne çok büyük fırsatlar sunmuş.
Nitekim hocaları da bu genç Arnavut devşirmeyi çok takdir etmekteymiş. Bu
şekilde bizim devşirme saraya iç oğlan olarak alınmış ve devletine hizmet
etmeye başlamış.
Bu
zamanlarda ondan mutlusu yokmuş, sonunda hayatını feda edebileceği devletine sultanına
hizmet etme imkânı bulmuş. Çok çalışıyor, verilen her görevi eksiksiz yerine
getiriyor, hatta fazladan yapabildiği işler varsa emredilmeden onları bile
yapıyormuş. Bu çabaları üstleri tarafından da büyük takdir görüyormuş.
Kısa bir
süre sonra orduya kumandan olarak atanmış. Sultanı ile birlikte seferlere
katılmış ve büyük başarılar göstermiş. Sonrasında sultanı ölmüş, ama devlet
devam etmekteymiş. Onlara öğretildiği gibi, en önemli konu devletin bekasıymış
çünkü. Bu düşünceye sadakatinden, yeni sultana da büyük bir bağlılıkla hizmet
etmeye başlamış.
Genç
sultanla birlikte büyük fetihler gerçekleştirmişler. Yeni sultan da bu Arnavut
kumandanın çalışkanlığını ve başarılarını çok beğenmekteymiş. Terfi üstüne
terfi alan bizim devşirme en sonunda önce Rumeli, sonra da Anadolu
Beylerbeyliği’ne kadar yükselmiş. Artık paşa olmuş, üstelik öyle bir paşa ki,
hem sultan hem de askerler bu paşayı gönülden seviyorlarmış. Sultanın verdiği
görevleri büyük başarılarla yerine getiriyor, devleti için canını dişine
takıyormuş.
Sultan
bu başarıların üstüne, bizim devşirmeyi önce vezir, birkaç yıl sonra da
veziriazamlığa kadar yükseltmiş. Bizim Arnavut devşirme ulaşabileceği en yüksek
makama ulaşmış. İşte bu yüce devletin en güzel tarafı buymuş, o kadar adilmiş
ki, en alt tabakadan bir gayrimüslim bir köylü çocuk bile devletin en üst
makamına yükselebiliyormuş.
Bizim
devşirme paşa, iki sene boyunca devleti ve sultanı için elinden geleni yapmış,
verilen her işi layıkıyla yerine getirmiş. Bir gün sultan bizim paşayı çağırmış
ve bir sefer emri vermiş. Ne olmuşsa, o emirden sonra olmuş, çünkü sefer emri
Arnavutluk’a imiş. Bizim devşirme kendi vatanına, kendi soydaşlarına karşı
savaşma fikrini bir türlü aşamamış. Bir türlü vicdanı elvermemiş. Ne yaparsa
yapsın vicdanını ikna edememiş. Sonunda sefere çıkmamaya karar vermiş ve bunu
sultanına söylemiş.
Sultanın
normal şartlarda bizim devşirmenin o gün kellesini alması gerekirmiş ama sultan
bizim devşirmeyi o kadar seviyormuş ki gönlü elvermemiş, öldürmek yerine
Rumelihisarı’na hapsetmiş.
Bizim
devşirme hapis hayatı boyunca verdiği kararı düşünmüş, kendini devletine ihanet
etmiş hissediyormuş. Mahpus olsa da, onu seven askerler Arnavutluk seferinden haberler
getiriyorlarmış. Anlatılanlara göre yeni veziriazam büyük bir kuvvetle
Arnavutluk seferine çıkmış, fakat ne var ki Arnavutluk halkı büyük direniş
göstermiş. Bu direnişin cevabı da ağır olmuş. Arnavutluk ülkesinde iki taraftan
da çok kan dökülmüş.
Bizim
devşirme, bu haberler üzerine düşündükçe verdiği karardan pişmanlık duymaya
başlamış. Çünkü o olsa da olmasa da Arnavutluk’a sefer yapılacakmış ve seferin
başında kendisi olsaymış kendi soydaşlarına karşı daha merhametli olabilirmiş.
Kim bilir belki de seferin başında bir Arnavut olduğunu gören Arnavut halkı,
direniş göstermeden bile bu yüce devlete katılabilirmiş. Verdiği kararın
pişmanlığını telafi etme isteği o kadar ağırmış ki, her gece ağlayarak Allah’a
dua ediyor, kendisine bir şans daha vermesini istiyormuş.
Derken
tam iki yıl sonra, sultanın huzuruna çağrılmış. Anlaşılan duaları kabul
edilmiş, çünkü sultanı onu affetmiş. Üstelik affettiği yetmezmiş gibi, onu,
tekrar devletine hizmet edebilmesi için çok yüksek bir makama getirmiş;
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin Kaptan-ı Deryalığına!”
Gedik
Ahmet Paşa son cümlesini ettikten sonra ayağa kalktı. Bunu gören çadırdaki
herkes de paşayla birlikte ayaklandı.
“İşte o
devşirme benim! Devletine ihanet eden, ama bu ihanetini telafi etmesi için bir
şans daha verilen o Arnavut devşirme benim.” dedi Gedik Ahmet Paşa ve devam
etti, “Şimdi sayın elçiler, sizden ne istediğime gelirsek… Ben sizden şu anda
hiçbir şey istemiyorum, çünkü benim istediğim şeyi verebilmek ne sizin ne
kontunuzun ne de kralınızın kudretindedir. Ben sultanımın bana verdiği emri
yerine getirmek istiyorum. Söyleyin bana sayın elçiler, bana İtalya’yı
verebilecek misiniz?”
Görüşmeden
sonra, Luka, Stefano ve onlara eşlik eden askerler şehrin ana kapısından girip
doğruca Kont Largo’nun kabul odasına gittiler. Kont Largo, Ciro, Gemma,
Agricolo ve tüm baronlar kabul odasına sabırsızca bekliyorlardı. Luka
selamlaşma prosedürlerinden sonra direkt olarak konuya girdi ve yaşadıkları
olayları ve Gedik Ahmet Paşa’nın anlattıklarını iletti.
“Kendini
ne zannediyor bu adam? İtalya’yı işgal etmek ha? Bir de dönmeymiş üstelik… Pis kâfir.”
dedi Largo sinirle, “Onlara gereken cevabı vereceğiz dostlarım, kanımızın son
damlasına kadar savaşacağız!”
Tüm
baronlar şevkle Kont Largo’ya tezahüratta bulundular. Luka, tüm bu curcunada sessiz
duran Agricolo’ya baktı. Başpiskoposun yüzünde hayal kırıklığı ifadesi vardı.
Kuşatma
ağır top bombardımanı altında on gün daha devam etti. Türkler işi aceleye
getirmiyor, sistemli bir şekilde surlara saldırıyorlardı. Büyük hücumlarını
henüz gerçekleştirmemişlerdi. Mevsimin yaz olması da işlerini
kolaylaştırıyordu. Buna rağmen, şehirde yiyecek eksikliği ve su sıkıntısı baş
göstermeye başlamıştı bile. Halkın morali tamamen sıfırlanmıştı. Hiç kimse bu
savaşın kazanılabileceğini düşünmüyordu. Dışarıda bekleyen yirmi bin Türk’e
karşılık içerde sadece bin dört yüz kişilik bir savunma gücü bulunuyordu.
Agricolo sık sık odasına kapanıyor, dua ediyordu. Diğer zamanlarda da
yardımcılarını şehre göndererek olan biteni gözlemleyip kendisine anlatmalarını
istiyordu. Stefano çok fazla bilgi getirmiyordu, buna rağmen Luka’nın getirdiği
bilgiler hem nicelik hem de nitelik açısından Agricolo’yu fazlasıyla tatmin
ediyordu. O gün, Luka şehir meydanından bir başka önemli haber getirdi.
“Sayın
Peder, Napoli askerleri kaçmış.” dedi Luka kayıtsız bir ses tonuyla. Böyle bir
gelişme olacağına dair fısıltıları zaten daha önceki gözlemlerinde duymuş ve
Agricolo’ya aktarmıştı.
“Sürpriz
değil sevgili oğlum. Krallarının yardım göndermediğini gördüklerinde bunu
yapacaklarını tahmin ediyorduk zaten. Krallarının, diğer Napoli askerlerinin
ölmesini istemediğine göre, onların da ölmesini istemediğini anlamış
olmalılar.” dedi Agricolo.
“Bunu
anlamaları on dört gün mü sürdü?” diye çıkıştı Stefano.
“Anlamaları
değil oğlum. Buradan nasıl kaçacaklarını keşfetmeleri on dört gün sürdü.” dedi
Agricolo düşünceli bir şekilde.
O gece
odalarına çekildikten sonra, Luka yine çalışmalarına gömüldü. Şehrin yakılıp yıkılmasına
bir çözüm bulmaya çalışıyordu. Ansızın beklenmedik bir şekilde kapısı çaldı.
Saat gece yarısını geçmiş olmalıydı. Bu saatte ne Agricolo ne de Stefano acil
bir şey olmadıkça gelmezdi. Acil bir şey olsaydı da kapıyı çalmazlardı.
“Buyurun.”
dedi Luka ihtiyatlı bir şekilde. Bir yandan eliyle masasının altında saklı
duran hançere uzandı.
Kapı
açıldı ve ince narin yapılı, kumral saçlı, yeşil gözlü çok güzel bir genç kadın
kapıdan içeri girdi.
“Merhaba
Luka.” dedi Gemma.
“Gemma?
Sinyorina bu saatte burada ne arıyorsunuz? Kötü bir şey yok ya?” dedi Luka
endişeli bir şekilde.
“Hayır,
kötü bir şey yok. Çok korkuyorum Luka. Babamın tekrar hata yapmasından
korkuyorum.”
“Ah
Gemma… Korkmana gerek yok demeyi çok isterdim ama maalesef bu yalan olurdu.
Açıkçası ben de korkuyorum. Otranto için korkuyorum, halkımız için korkuyorum… Senin için korkuyorum. Ama bir çözüm
bulacağız merak etme.”
“Ah iyi
yürekli Luka. Keşke her şey bu kadar kolay olsaydı. Babamı tanımıyorsun sen. Bu
tip durumlarda nasıl kararlar verebildiğini bilmiyorsun.”
“Neden
böyle konuşuyorsun Gemma?”
“Annem,
Luka... Annem onun bu inatçılığı, bu nefreti yüzünden öldü.”
“Nasıl
yani?”
“Bundan
on yıl önceydi. Annem ne olduğunu bile anlayamadığımız bir hastalığa tutuldu.
Hastalık bir yıl boyunca içten içten annemi yedi bitirdi. Kadıncağız bir yıl sonunda
yürüyen bir ölüye dönüştü adeta. Artık öleceğini anlamıştık. Ciro da ben de
onsuz ne yapacağımızı düşünüyor ve her gün birlikte sabaha kadar ağlıyorduk.
Bu
şekilde annemizin öleceği günü beklerken, bir gün Venedik’e giden bir gemi
limana yanaştı. Gemideki bir hekim annemin hastalığını duymuş. Hemen saraya
geldi ve annemi muayene etmek istediğini söyledi. Babam da hemen kabul etti
tabi. Hekim kısa bir muayeneden sonra annemin hastalığını anladı ve bir ilaç
hazırlayarak anneme verdi. İnanır mısın sadece bir haftada bile annemde bariz
bir iyileşme gördük, o kadar ki aylardır yatalak olan kadıncağız ayağa bile
kalkabiliyordu artık. Annem adeta ölümün kıyısına kadar gelmiş, fakat bu hekim
sayesinde oradan geri dönmüştü.
Tüm şato
ve şehir halkı mutluluktan havalara uçuyordu. Başta da ben, Ciro ve babam...
Babam, annemin ayağa kalkışı için tanrıya şükranını göstermek amacıyla bir
ziyafet vermek istedi. Şehrin tüm önde gelenleri bu ziyafete davet edildi.
Babam halkı da unutmamıştı, sokaklarda iki gün boyunca halka yemek
dağıtılacaktı. Ziyafet günü hekim elbette onur konuğuydu, başköşeye babamla
birlikte oturmuştu. Yanlarında da annem… Annem o gün o kadar mutlu ve sağlıklı
gözüküyordu ki, aylardır onu öyle görmemiştik. Çok mutluyduk. Annem bize geri
dönmüştü.
Sonra
yemekler geldi. Babamın ve hekimin önüne kocaman bir domuz çevirmesi geldi. Babam
hemen but kısmından büyük bir parça kopararak hekime ikram etti gururla. Hekim
ise bu ikramı geri çevirdi «kontum, ben Türküm, domuz yemeyiz biz.» diyerek. Bu
sözler hekimin son sözleri oldu. Babam hışımla ayağa kalktı ve domuzu kesmek
için getirilen bıçağı kaptığı gibi hekimin boğazını kesti. Hekim hırıltılar
çıkararak, her yere kan sıçratarak oracıkta can verdi.
Hekimin
ölmesi ile birlikte, hekimin tedavisi de bitmiş oldu. Tedaviyi başka kimse
bilmediği için, annem iyileştiği hızla kötüleşmeye başladı. Bir ay sonra da
annemi kaybettik.”
“Gemma…”
dedi Luka acıyla.
“Aynı
şeyin şehrimizin de başına gelmesinden korkuyorum Luka. Babamın bu nefreti
hepimizin sonu olacak.” dedi Gemma. Gözleri dolu doluydu.
“Gemma,
annen için çok üzüldüm. Ama sana söz veriyorum, aynı şeyin senin başına
gelmesine asla izin vermeyeceğim.” dedi Luka ve Gemma’ya sarıldı.
Gemma
kendini geri çekti ve Luka’nın gözlerinin içine baktı. Luka da aynı şekilde ona
baktı, Gemma’nın gözlerinde umut ve sevgi vardı. Derken Gemma beklenmedik bir
hareketle Luka’yı dudaklarından öptü. Luka da aynı şekilde karşılık verdi.
Luka,
kaç dakika ya da kaç saat bu şekilde kaldılar bilmiyordu. Birden Gemma doğruldu
ve “Benim şatoya gitmem lazım.” diyerek geldiği gibi ansızın odadan çıktı. Luka
ne olduğunu anlayamamıştı. Bu şekilde sabaha kadar öylece kalakaldı.
Sabah
güneşinin ışıkları katedralin vitraylı pencerelerinden içeriyi doldururken,
kapı tekrar çalındı. Luka, içinden Gemma
diye geçirerek kapıya yöneldi ki, kapıyı çalan cevap beklemeden içeri daldı.
“Türkler
yeni bir elçi göndermiş. Başpiskopos şatoya gitti. Seni de çağırmamı istedi.”
dedi Stefano hoşnutsuz bir ifadeyle. Luka çabucak cüppesini üstüne geçirdi ve
Stefano ile birlikte şatoya gitti.
Şatoya
vardıklarında elçi de yeni huzura çıkmıştı. Ciro ve Gemma, Largo’nun solunda,
Agricolo da sağındaki yerlerini almışlardı. Baronlar ise kabul salonu boyunca
sağlı sollu dizilmişler ve bir koridor oluşturmuşlardı. Elçi bu koridorun
ilerisinde tam Largo’nun karşısında duruyordu. Bu elçi daha önce gelen Pençe Bey
veya Can Ali Bey değildi, başka biri gönderilmişti. Garip bir şekilde yalnızdı,
ona eşlik eden bir muhafız grubu yoktu. Luka ve Stefano da salona girer girmez
Agricolo’nun yanına giderek, elçiyi dinlemeye başladılar.
“Sayın
kont ve değerli Otrantolular, adım İbrahim. Roma’nın varisi Konstaniyye Fatihi
Sultan Mehmed Han adına huzurunuza geldim.” dedi elçi, kendine güvenen bir ses
tonuyla, “Size Kaptan-ı Deryamız Gedik Ahmet Paşa’nın tebrik ve takdirlerini
getirdim. On beş gündür büyük bir yiğitlikle, güzel şehrinizi savundunuz. Bu
özverili çabanız bizler tarafından büyük bir hayranlıkla takdir edilmektedir.
Ne var ki artık bu saatten sonra çabalarınız beyhudedir. Hain kralınızın size
destek göndermeyeceğini biliyoruz. Bilmelisiniz ki, Kral Ferdinand bile
Otranto’nun Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin hakkı olduğunu bilmektedir. Gedik
Ahmet Paşa, artık bu güzel şehre daha fazla zarar vermek istememektedir. Şehri
bize teslim ederseniz, sivil halkın can ve mal güvenliği sağlanacak, Otranto
Osmanlı hâkimiyeti altında daha adil bir şekilde yönetilecek, Napoli bölgesinin
en nadide şehirlerinden biri haline gelecektir. Eğer şehri teslim etmezseniz
yarın tüm kuvvetlerimizle taarruza geçerek şehri ele geçireceğiz. Bu durumda
hem çok kan dökülecek hem de şehir büyük zarar görecektir. Bu paşanın arzu
etmediği bir durumdur.”
“Peki,
bana ne olacak İbrahim?” diye sordu Largo. Alay ettiği yüzünden belli oluyordu.
“Sizin
ve ailenizin de can ve mal güvenliği bizzat Gedik Ahmet Paşa tarafından garanti
altındadır. Şehri sorunsuz teslim etmeniz halinde, şehrin valisi olarak kalacak,
Osmanlı’ya bağlı bir bey olacaksınız.” dedi elçi İbrahim ve göğsüne isabet eden
bir okla yere yığıldı. Largo elinde bir yayla ayakta duruyor, sinirli bir
şekilde soluyordu.
“Osmanlı’ya
bağlı olacağım ha? Bey olacağım öyle
mi?” diye bağırdı Largo.
“Ne
yaptın Largo?” diye isyan etti Agricolo.
“Ne
yapacaktım Agricolo? Benim salonumda bana hakaret edilmesine izin vermem!” diye
kükredi Largo.
“Hakaret
etmedi ki... Bize gayet makul bir çözüm önerisi sundu.” dedi Agricolo. Sesi
hayal kırıklığına uğramış şekilde çıkmıştı.
“Asla
bir Türk’ün boyunduruğu altına girmem! Ben ve halkım, ölürüz daha iyi.” dedi
Largo.
“Aptal
adam! Bu inadın hepimizin sonu olacak.” dedi Agricolo ve Largo’nun üstüne
yürüdü. Largo kuşağındaki hançeri çıkararak, üstüne doğru gelen Agricolo’nun
kalbinin tam üstüne hançeri sapladı. Agricolo, inanamayan bir ifadeyle yüz üstü
yere düştü ve son nefesini verdi.
Kabul
salonunda ölüm sessizliği vardı. Kimse gördüklerine inanamıyordu. Kont Largo,
bizzat Vatikan’ın görevlendirdiği bir başpiskoposu gözlerinin önünde
öldürüvermişti. Sessizliği yine Largo bozdu.
“Kanımızın
son damlasına kadar savaşacağız.” dedi Largo. Sesi delirmiş gibi çıkıyordu, “Bu
hain papaz gibi korkak bir şekilde değil, kralımıza ve şehrimize layık bir
şekilde öleceğiz.”
Luka ve
Stefano olaydan hemen sonra katedrale gittiler. Yol boyunca ikisi de konuşmadı.
Katedrale girdiklerinde Stefano, Luka’nın omzuna elini koydu.
“Largo’nun
haklı olduğunu biliyorsun değil mi Luka?” dedi Stefano.
“Nasıl
böyle düşünebiliyorsun Stefano? Agricolo’nun öldürülmesini haklı mı
görüyorsun?”
“Evet.
Agricolo şehri Türklere teslim edebileceğimizi düşünüyordu. Hatta bunu
öneriyordu. Hayır Luka! Kâfir Türklerin boyunduruğuna girmemeliyiz, giremeyiz.
Agricolo korkaktı ve bir korkak olarak öldü.”
Luka
duyduklarına inanamıyordu. Agricolo ikisini oğlu gibi görürdü ve onlara bu
şekilde davranırdı. Stefano’nun onun hatırasına bu şekilde ihanet etmesini
midesi kaldırmıyordu.
“Sana
söyleyecek hiçbir şeyim yok Stefano.” dedi Luka ve onun yanından ayrıldı.
Akşama
doğru, Luka katedralden çıktı ve şatoya gitti. Muhafızların çoğu surlarda
sonraki gün Türklerin gerçekleştireceği büyük taarruza hazırlanıyordu. Gizlice
içeri girdi ve Gemma’nın odasına çıktı.
“Luka!”
dedi Gemma. Luka’yı bu şekilde karşısında görmek onu hem sevindirmiş hem de
şaşırtmıştı, “Çok üzgünüm Luka. Başpiskopos… Bu şekilde ölmemeliydi.”
“Evet,
Gemma, bu şekilde ölmemeliydi. Ama sen çok haklıydın. Babanın inadı ve nefreti
bu şekilde zarar vermeye devam edemez.” dedi Luka kararlılıkla.
“Ne
demek istiyorsun Luka? Ne yapmayı planlıyorsun?” dedi Gemma. Sesi kuşkulu
çıkmıştı.
“Korkma
Gemma onu öldürmek gibi bir düşüncem yok. Ama şehrimize yardım etmek için başka
bir planım var.”
“Nedir?”
diye sordu Gemma.
“Gün
boyunca düşündüm. Aslında kuşatmanın başından beri olayın bu noktaya geleceğini
biliyordum, ama Largo’nun aklını başına toplayıp kazanma ihtimalinin olmadığını
görmesini, sonra da şehri teslim etmesini bekledim. Ama ne yazık ki baban artık
sağlıklı düşünemiyor ve bu tüm Otranto’nun sonu olacak. Buna izin veremem.”
dedi Luka. Gemma anladığını ve onayladığını belirtir bir şekilde başı
sallıyordu.
“Bu gece
sabaha doğru buna bir son vereceğim Gemma. Şehrin kuzeyindeki kapıyı açarak bir
grup Türk’ü içeri alacağım. Bu grubun yardımı ile ana kapıyı açacağız. Böylece
şehri Türklere teslim edeceğiz.”
“Nasıl?
Türklerle iletişim mi kurdun?” dedi Gemma merakla.
“Evet.
Bu işi bana bırak Gemma. Halkımıza zarar vermeyecekler, bunun sözünü verdiler.
Bana güvenmelisin Gemma, hepimiz için en iyi çözüm bu.” dedi Luka. Gemma’ya
bakarak kabul etmesini umuyordu.
Gemma
bir süre düşündü, “Türklerle nasıl iletişim kurduğunu bilmiyorum ama doğru
söylüyorsun Luka. Başka çaremiz yok. Ya yok olacağız, ya da Türklerin sözlerini
tutmalarını bekleyeceğiz.”
“Bu bana
yardım edeceğin anlamına mı geliyor?” diye sordu Luka umutla.
Gemma
ayağa kalktı, “Evet sevgili Luka’m, sana yardım edeceğim.”
Luka ve
Gemma, o gece sabaha doğru sözleştikleri üzere katedralin arkasında buluştular.
Gecenin karanlığında, ses çıkarmamaya özen göstererek şehrin kuzeyine gittiler.
Türkler çadırlarını güney tarafına kurduğundan, bu bölgenin dışında çok fazla
Türk aktivitesi yoktu. Sadece birkaç devriye bölük şehre kuzeyden gelen yolu
gözlüyor, şehre destek gelmesini engelliyordu. Bu kapıya hiç
saldırılmadığından, bu kapıda küçük bir muhafız grubu dışında asker
bulunmuyordu. Largo tüm kuvvetlerini saldırının yapılacağını düşündüğü güney
kapısına yığmıştı.
Gemma
arkasında Luka olduğu halde telaşlı bir şekilde kapının önünde gergin bir
şekilde bekleyen muhafızlara yaklaştı.
“Buranın
sorumlusu kim?” diye seslendi.
“Benim
ekselansları. Emredin.” dedi muhafızlardan biri öne çıkarak.
“İsmin
nedir asker?” diye sordu Gemma.
“Yüzbaşı
Gianluigi, ekselansları.”
“Kont
Largo, tüm askerlerini alarak güney kapısına gitmeni emrediyor Yüzbaşı
Gianluigi. Sizi orada bekliyor.”
“Ama bu
kapı korunmasız mı kalacak ekselansları?”
“Kontunun
emrine karşı mı geliyorsun yüzbaşı?” diye kükredi Gemma.
Gianluigi
korkarak bir adım geriledi, “Ha-Hayır ekselansları ne haddime… Askerler! Güney
kapısına ileri adım marş!” diyerek muhafız grubunu alıp karanlık Otranto
sokaklarında kayboldu.
Askerlerin
iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra, Gemma, Luka’ya döndü, “Haydi Luka,
bir an önce bitirelim bu işi.” dedi. Luka onaylar bir şekilde başını salladı ve
kapının üstündeki sura çıktı. Surdaki meşalelerden birini hızlı bir şekilde
sağa sola sallayarak, onun işaretini bekleyen Türk askerlerine mesaj verdi.
Daha
sonra Luka aşağıya indi ve Gemma’nın da yardımıyla şehrin kuzey kapısını açtı.
Kapının önünde bine yakın bir Türk birliği vardı. Birliğin en önünde şehre ilk
gelen elçi grubundan Pençe Bey ve Can Ali Bey bulunuyordu.
Kapı
tamamen açıldıktan sonra Luka gruba doğru hamle yaptı. Pençe ve Can Ali de
koşarak Luka’nın önünde durdular.
“Kardeşlerim!”
dedi Luka ve diğer iki beye sarıldı. Beyler de aynı şekilde Luka’nın bu
hareketine karşılık verdiler. Ayrıldıktan sonra, “Kardeşim, başına bir iş
geldiğini düşündük, bizi çok endişelendirdin.” dedi Pençe.
“Muhafızların
seni yakaladığını, planını anladıklarını düşündük.” diye ekledi Can Ali.
“Hep çok
sabırsızdınız zaten beyler. Bana güvenmeniz gerektiğini kaç kere daha ispat
edeceğim size?” dedi Luka ve kahkaha attı. Pençe ve Can Ali de ona katıldılar.
Luka
daha sonra şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açılmış Gemma’ya döndü.
“Gemma…”
dedi sakin bir tonla.
“Hayır!
Hayır! Nasıl olabilir bu? Nasıl? Sen… Sen beni kandırdın!” dedi Gemma
kızgınlıkla.
“Hayır,
Gemma, anlamalısın. Lütfen dinle beni.” dedi Luka ve Gemma’ya doğru bir adım
atarak ellerine uzandı.
Gemma
bir adım geriledi, “Hayır çek ellerini üzerimden. Nasıl böyle bir şey
yapabilirsin? Beni sevdiğini zannetmiştim!”
“Doğru,
seni sevdim ve hala seviyorum Gemma. Lütfen açıklamama izin ver.”
“Neden
Luka, neden? Gerçi adın Luka bile değil mi? Luccalı Luka… Hepsi bir yalandı
değil mi? Sen de Türk’müşsün işte…”
“Hayır
Gemma. Hepsi doğru. Adım gerçekten de bir zamanlar Luka idi ve gerçekten de
Luccalıyım. Ama sana anlatmadığım bazı şeyler var, orası doğru. Hepsini şimdi
şu an sana anlatmak istiyorum. Beni anlayacaksın Gemma’m.” dedi Luka anlaşılmak
istercesine.
“Anlat
bakalım o zaman, Luka. Neden sevgime ihanet ettiğini anlat!”
“Sana
hiçbir zaman ihanet etmedim Gemma ve hiçbir zaman etmeyeceğim. Çünkü ben bu
şekilde yetiştirildim.” dedi Luka ve devam etti, “Sana daha önce de söylediğim
gibi gerçekten Lucca’da doğdum. Annem adımı gerçekten de Aziz Luka’ya
benzerliğimden dolayı Luka koymuştu. Bu şekilde çocukluğumun ilk yılları
Lucca’da geçti. Babam tüccardı. Genoalı tüccarlarla çalışırdı.
Babam, bir
gün yine iş için Mora’ya gidecekti. Onunla birlikte gitmek istediğimi söyledim,
ama o çok küçük olduğumdan dolayı bu isteğimi reddetti. Ben de o gidene kadar
ağladım ve ısrar ettim. Babam sonunda dayanamadı ve annemin tüm itirazlarına
rağmen beni yanına aldı. Yolculuk çok keyifli geçti. Bunda gemideki diğer iki
çocuğun da büyük etkisi vardı. Gemideki vaktimin çoğunu, Genoalı tüccar
Roberto’nun oğlu Gennaro ve Venezialı tüccar Rafael’in oğlu Vincenzo ile
birlikte geçiriyordum. Benim için müthiş bir deneyim oluyordu. Birlikte Mora’ya
gittik ve babam oradaki işlerini halletti.
Ne var
ki dönüşümüz, gidişimiz kadar kolay ve keyifli olmadı. Sicilya açıklarında, bir
korsan gemisi, bizim gemimize saldırdı. Korsanlar acımasızca önlerine gelen
herkesi önce öldürüyor, sonra da üstlerinde değerli ne var ne yok alıyorlardı.
Çoğu kişiyi öldürdüler, öldürmeye gerek görmediklerini ise esir aldılar. Babam
da, Gennaro ve Vincenzo’nun babaları gibi saldırıda öldürüldü. Biz, üç çocuk,
Konstantiniyye’ye götürülüp esir pazarında satılığa çıkarıldık.
İşte o
esir pazarında hayatımız değişti. Osmanlı paşalarından biri bizi gördü, acıdı
ve bizi satın aldı. Üçümüz de çok korkuyorduk. Paşanın evine geldiğimizde, paşa
bizi karşısına aldı ve İtalyanca konuşmaya başladı. Çok şaşırmıştık, çünkü
karşımızdaki paşa bizim esir veya köle olmadığımızı, bizi oğlu gibi göreceğini
ve eğiteceğini söylüyordu. O zamanlar inanmadık ama dedikleri birer birer
gerçekleşmeye başlayınca, üçümüz de hayatımızı kurtaran bu paşa için sonraki
yıllarda elimizden ne geliyorsa yapmaya ant içtik. İşte o paşa, şu anda bu
şehri kuşatan Gedik Ahmet Paşa idi.
Bu
şekilde, gayrimüslim çocukların yetiştirilip devlete hizmet etmeleri için
kurulan Enderun adlı mektepte eğitim gördük ve birer Osmanlı askeri olarak
devletimize ve sultanımıza hizmet etmeye başladık. Mektepte Müslüman olup
isimlerimizi değiştirdik, Gennaro Can Ali,
Vincenzo Pençe oldu. Ben ise Mirza adını aldım. Koruyucumuz, Gedik
Ahmet Paşa, iyice tecrübelendiğimizi gördükten sonra bizi kendi emrine aldı. O
günden beridir de paşamızın emirlerini yerine getiririz.
Sultanımız,
paşamıza İtalya’ya sefer emri verdikten sonra, kendisi beni yanına çağırdı.
Lucca’da sekiz yaşına kadar kilisede eğitim aldığımı biliyordu. Bana
Hristiyanlık üzerine daha çok çalışmamı, bir papaz kadar bilgili olmamı
emretti. Nedenini sorduğumda ise asıl görevimi öğrendim. Otranto’ya papaz
kılığında bir casus olarak girecektim. Paşa, bu sayede içerde bir adamı
olmasını ve şehri daha iyi tanıyıp, kuşatma kurulduğunda içerden bilgi almayı
amaçlıyordu. Bu yüzden en güvendiği kişilerden biri olduğum ve geçmişim
sayesinde beni seçmişti.
Altı ay
önce sahte belgelerle şehre geldim. Agricolo, Stefano’nun üstüne benim gibi iş
bitirici birinin gelmesini büyük bir memnuniyetle karşıladı ve belgeleri hiç
sorgulamadı.
Önceleri
bu görevi bir angarya olarak görüp, bir an önce kuşatmanın başlayıp, görevimin
bitmesini arzu ediyordum. Ama zamanla şehri ve halkı sevmeye başladım. Ne de
olsa soydaşlarımdı. Ayrıca Agricolo da bana karşı çok yakın davranıyordu,
zamanla onu da şehri de sevmeye başladım. Beni bu şehre asıl bağlayan şey ise
iki hafta önce meydana geldi.”
“Ne oldu
iki hafta önce?” diye sordu Gemma.
“Sana âşık
oldum.” dedi Mirza, utangaç bir şekilde. Gözlerini yere indirdi, daha sonra
kaldırdı ve Gemma’ya baktı. Gemma’nın gözleri dolmuştu.
“Gemma,
seni gördüğüm andan itibaren sana âşık oldum. Ama sen beni Katolik bir rahip
olarak biliyordun. Birine âşık olamayacağımı, bunun yasak olduğunu
düşünüyordun. Buna rağmen, bu kurallar bize engel olamadı. Gerçekte olmayan bu
kuralların, zahiri varlığı bile bize engel olamadı. Sonunda ben, bu şehre
bağlandığım gibi sana da bağlandım.
Seninle
tanıştığımız gün, ordumuz Otranto kıyılarına geldi. O günden itibaren, paşamın
verdiği görevi yerine getirmeye çalıştım. Savunmalar ve planlar hakkında
ordumuza bilgiler ulaştırdım. Ama inan ki bu sadece görevimin gerektirdikleri
ile ilgili değildi, bir yandan da Otranto ve sen zarar görmeyesiniz diye
elimden geleni yapıyordum. Aslında Gedik Ahmet Paşa, ilk elçi heyetinin
kovulmasının ardından şehre saldırmak istedi ama onu saldırmamaya, şehrin
teslim edilmesine uğraşmaya ben ikna ettim. O da bana güvenerek saldırıyı
erteledi. Ama gel gör ki, baban inadından vazgeçmedi. Dün elçinin öldürülmesi
bardağı taşıran son damlaydı. Artık Otranto’ya yapılacak yıkıcı hücum
kaçınılmazdı.
İşte bu
noktada küçük bir grubu kuzey kapısından içeri alıp, güney kapısını içerden
açarak, şehrin zarar görmeden verilmesi fikri aklıma geldi. Dün, Pençe ve Can
Ali yardımıyla paşamıza bu fikri ulaştırdım. Paşa bu fikrimi beğendi ve kabul
etti.
Bu
yüzden sana geldim. Senin ve Otranto’nun iyiliği ve güvenliği için senin
yardımına ihtiyacım vardı. Aslında sen olmadan da bu kapıyı açabilir, bu grubu
içeri alabilirdim, ama bunu yaparken senin yanımda olmanı istedim. Senin de
bunun yapılacak tek mantıklı hareket olduğunu anlamanı istedim. Çünkü benim
sevgili Gemma’m, seni ve Otranto’yu, tahmin edebileceğinden çok daha fazla
seviyorum.” dedi Mirza. Gemma’nın onu anlamasını ve ona tekrar güvenmeye
başlamasını umuyordu.
Gemma
bir süre bekledi, gözlerindeki yaşları sildi. Başını kaldırdı ve düşünceli bir
şekilde Luka’nın arkasındaki Türk birliğine baktı. Hepsi gayet nizami bir
şekilde dizilmiş, verilecek emirleri bekliyordu. Gözlerini Gennaro ve
Vincenzo’ya, yani Can Ali ve Pençe’ye çevirdi. Birbirlerine içten bir sevgi ile
bağlı gibi gözüküyorlardı. En son Luka’ya, daha doğrusu Mirza’ya baktı.
Söyledikleri doğruydu, Otranto’nun kurtuluşu için tek çözüm yolu buydu. Dün de
böyle düşünüyordu, şimdi de… Ayrıca Mirza’nın ona olan aşkının samimiliğine ve
gerçekliğine ikna olmuştu. Mirza’nın bakışlarında bunu görebiliyordu. Biliyordu
ki, Mirza da onun bakışlarındaki aşkı hissedebiliyordu.
“İnan
bana Mirza, ben seni daha çok seviyorum.” dedi Gemma ve Mirza’ya sarıldı. Sonra
geri çekildi, “Yalnız bana bir söz vermelisin. Şehre, abime ve en önemlisi
babama zarar vermeyeceksiniz.”
“Söz
veriyorum Gemma, şerefim ve namusum üzerine söz veriyorum.” dedi Mirza.
Mirza,
Gemma’yı katedrale göndererek büyük saldırının başladığını haber vermesini
istedi. Böylece tüm sivil halk katedrale
sığınacak, gereksiz ölümler engellenecekti. Gemma ayrıldıktan sonra, Mirza, Can
Ali’nin getirdiği zırhını giydi ve savaşa hazırlandı. Mirza, Pençe ve Can Ali
komutasındaki birlik hızla güney kapısına yöneldi.
Kapıya
yaklaştıklarında Otranto’nun savunma birliklerinin dışarıdan yapılacak büyük
saldırı için hazırlanmış olduklarını gördüler. Ne var ki, içerden her hangi bir
saldırı beklemiyorlardı. Türk birliği hızlı bir saldırı ile savunma hatlarını
aştı. Küçük bir grup hemen kapıya ulaştı ve güney kapısını içerden açtı. Bunu
bekleyen dışarıdaki Osmanlı askerleri hızla kapılardan içeri girdi. Otranto
askerlerinin çoğu saldırı karşısında afallamış, oldukları yere mıhlanmış bir
şekilde kalakalmış, savunma bile yapamamışlardı. Çatışma çok kısa sürdü ve
askerlerin tamamına yakını esir alındı.
Kapının
artık düştüğünü gören Mirza, Can Ali ve Pençe’yi de yanına alarak hızla
katedrale yöneldi. Kont, baronlar ve tüm sivil halk Gemma sayesinde artık katedralde
toplanmış olmalıydı. Gemma’ya verdiği sözü tutması için bu son şanstı. Yoksa
ordu ganimet hırsı ile şehri yerle bir edebilirdi.
Mirza,
yanında Pençe ve Can Ali olduğu halde katedralin büyük kapısından içeri girdi.
Zırhı ve iki elinde tuttuğu yatağan kılıçları yüzünden halk ilk başta onu
tanıyamadı. Ama muzaffer bir kumandan edası ile katedralin koridorunda yürümeye
başladıktan sonra halktan, hayret ve korku nidaları yükseldi. Kont Largo da ilk
başta onu tanıyamadı. Yanındaki Ciro ve Stefano da öyle… Sadece Gemma, Mirza’yı
giriş kapısından girerken görünce gülümsedi. Onun sözünü tutacağını biliyordu.
“Kont Francesco
Largo! Artık her şey bitti, şehir düştü. Lütfen bana güvenin. Öldürdüğünüz
elçinin teklifi hala geçerlidir. Kendinizin, ailenizin ve halkımızın güvenliği
için lütfen karşı koymayın. Bu saldırı barış içinde sonlansın.” dedi Mirza.
“Vay vay
vay!” dedi Largo, “Demek bizim cana yakın papaz Luka’mız, koynumuzda
beslediğimiz bir hainmiş de haberimiz yokmuş. Söyle bana Luka! Türkler seni kaç
altına satın aldı?”
“Türkler
beni satın almadı Kont Largo. Ben zaten Türk’üm, adım da Mirza. Buraya casus
olarak geldim, ama zamanla bu şehri ve halkını çok sevdim. Şu anda da bilin ki
ne yapıyorsam, bu şehrin ve halkının iyiliği için yapıyorum.”
“Buna
inanmamızı mı bekliyorsun?” dedi Ciro konuşmaya katılarak.
“Ciro,
eğer isteseydim, şu anda bu katedrali içindekiler ile birlikte yakarak yerle
bir ederdim. Ama ben bu şehrin Osmanlı himayesinde daha mutlu ve daha adil bir
yönetimle, gerçek sahipleri Largolar tarafından idare edilmesini arzu ediyorum.
Bu yüzden size hitap ediyorum. Bu yüzden sizi ikna etmeye çalışıyorum.”
“Peki, Luka,
pardon Mirza… Diyelim ki bu dediklerin doğru. Sana nasıl güvenebileceğiz?” dedi
Kont Largo.
“Bana
güvenmek zorundasınız Kont Largo. Çünkü ne başka şansınız var, ne de başka bir
kurtulma umudunuz.” dedi Mirza kararlı bir şekilde. Bunları söylerken Can Ali
ve Pençe’nin onu desteklediğini ve onunla aynı şekilde düşündüklerini biliyordu.
Kont
Largo bir süre bekledi, sonra Ciro ile sessizce bir şeyler konuştu. Stefano da yanlarında
onları dinliyordu, yüz ifadesi giderek memnuniyetsiz bir hale bürünüyordu.
Largo, Ciro ile konuşmasını bitirdi.
“Bize
verdiğin sözlerin yerine getirilmesini bekliyorum Luka, ya da Mirza, artık adın
her ne haltsa.” dedi Largo.
“Bu ne
anlama geliyor?” dedi Stefano inanamayarak.
“Bu
artık aptalca davranamayacağımız anlamına geliyor Stefano! Şehri teslim
edeceğiz.”
“Nasıl
böyle düşünebilirsin Largo? Daha dün Agricolo’yu bu yüzden öldürmedin mi sen?”
diye bağırdı Stefano.
“Son ana
kadar kralımız Ferdinand’ın destek kuvvetlerle bize yardıma gelmesini umdum ama
böyle bir şeyin olmayacağı artık çok açık. Üstelik dünden beri başpiskoposu
haksız yere öldürmenin verdiği vicdan azabıyla kahroluyorum. Yaptıklarımdan
dolayı çok pişmanım. Oğlumun ve kızımın inadım yüzümden öldürülmelerine göz
yummayacağım. Başka çaremiz yok rahip, şehri teslim edeceğiz.” dedi Largo. Pes
eder bir şekilde başını eğdi.
“Ne
cüretle böyle konuşursun? Asla Türklerin hâkimiyetine girmeyeceğiz demedin mi
sen? Halk böyle düşünmüyor Largo. Halk sonuna kadar savaşmamızı istiyor. Sen
olsan da olmasan da!” diyerek kükredi Stefano.
Stefano elini
cüppesinin içine uzattı ve bir hançer çıkardı. Bu dün Largo’nun Agricolo’yu
öldürürken kullandığı hançerdi. Hızla ileri atıldı ve hançeri hızlı hamlelerle
Largo’nun sırtına sapladı. Largo bir anda yere yığıldı. Babasının yere
düştüğünü gören Ciro, Stefano’ya doğru kılıcını savurdu ve tek hamlede onu yere
serdi. Sonra babasına doğru eğildi, “Baba, ses ver, baba! Kurtaracağız seni!”
diye bağırdı. O anda Stefano doğruldu, Ciro’ya arkadan yaklaştı ve hızlı bir
hareketle Ciro’nun şah damarını kesti. Ciro, yerde hareketsiz yatan babasının
üzerine yığıldı.
Her şey
çok çabuk olup bitmiş, olayın içindeki üçlü dışında herkes tüm olayı ancak bir tiyatro
izler gibi izlemişti. Mirza, Stefano Ciro’yu öldürdükten sonra hızla platforma
koşmuş, Stefano ile korkudan rengi atmış Gemma arasına girmişti.
“Sen!
Hain Luka! Başından beri sende bir tekinsizlik olduğunu biliyordum. Tüm o
sevimli halkın dostu rahip numaraları sahteydi. Sen kendinden başka kimseyi
umursamıyordun.” dedi Stefano, konuşurken ağzından kan saçıyordu.
“Sen
beni hiçbir zaman anlayamadın Stef. Hiçbir zaman benim ne kadar samimi olduğumu
görmedin. Ben gerçekten de halkım için elimden geleni yaptım ve yapmaya devam
ediyorum.” dedi Mirza.
“Biz
rahipler, halkın iyiliği için değil, tanrımızın iyiliği için çalışmalıyız. O
aptal Agricolo da senin gibiydi. Halk olmadan biz bir hiçiz, derdi. Neyse ki hak
ettiği sonu buldu.” dedi Stefano. Artık konuşurken bir hayli zorlanıyordu. “Merak
etme senin ve yanındaki kaltağın da sonu onun gibi olacak!”
“Hiç zannetmiyorum
Stef.” dedi Luka ve büyük bir hışımla yatağan kılıçlarını çapraz savurarak,
Stefano’nun kellesini gövdesinden ayırdı.
***
Birkaç
saat sonra Gedik Ahmet Paşa, marşlar eşliğinde şehre girdi. Yolun iki tarafına
dizilmiş Osmanlı askerleri paşaya tezahüratlarda bulunuyordu. Paşa, karanlık
kadar koyu bir ata binmişti ve çok azametli gözüküyordu. Artık Otranto
fatihiydi.
Direkt
olarak katedrale giden Gedik Ahmet Paşa, atından inerek içeri girdi. Askerler
insanlarla paşa arasında etten bir duvar örmüşlerdi. İnsanlar korkmuş bir
şekilde yeni yöneticilerini bekliyor, hayatlarından endişe ediyorlardı. Mirza,
Pençe ve Can Ali Beyler, platformda paşayı bekliyorlardı. Kontun kızı Gemma da
Mirza’nın hemen yanında paşayı izliyordu, yüzünde mağrur bir ifade vardı.
Gedik
Ahmet Paşa, platforma çıktı ve uzunca bir süre Mirza ve Gemma ile konuştu.
Konuşmaları bittikten sonra Mirza mahcup, Gemma ise mutlu bir ifade ile paşanın
sağ tarafına geçti. Gedik Ahmet Paşa platformun ön kısmına ilerledi.
“Otrantolular!”
dedi yüksek bir sesle, “On beş gün boyunca şehrinizi büyük bir kahramanlık
göstererek savundunuz. Biliniz ki bu kahramanlıklarınız, tarafımızdan büyük bir
hayranlıkla karşılanmıştır. Ne var ki kralınız size ihanet etti ve bizimle
savaşmayı reddetti.
Biz bu
topraklar üzerinde, Roma’nın varisi olarak hak sahibiyiz. Biz, size de adalet,
barış ve refah getirmek için buradayız. Osmanlı adaleti sadece Türkler için
değil, tüm cihan içindir. Bu tarihten sonra Otranto artık bir Osmanlı
toprağıdır. Sizler de bu devletin bir parçası, bu devletin bir tebaasısınız. Bu
günden sonra mal ve can güvenliğiniz bizim teminatımız altındadır.
Daha
önceden de söz verdiğimiz gibi bu kentin yöneticileri Largo hanesidir. Ne yazık
ki Kont Largo ve oğlu Ciro’nun hainler tarafından katledildiğini öğrenmiş
bulunuyorum. Yine de Allah’a şükürler olsun ki, Kont Largo’nun kızı Gemma Largo
hala hayattadır. Kendisi bu durumda Kontes Largo olarak babasının tüm haklarını
devralmıştır.”
Halktan
büyük bir alkış koptu. Paşanın güven verici konuşması onları rahatlatmıştı.
Paşa ayrıca şehrin yeni yöneticisi olarak da çok sevdikleri Gemma’yı işaret
etmişti.
“Sizlere
müjdeli bir haberim daha var. Sizin Luccalı Luka olarak bildiğiniz, Osmanlı
Donanmasının en yiğit kumandanlarından Mirza Bey ile Gemma Largo evlenmeye
karar vermişlerdir. Mirza Bey’e olan sevginiz bizim dahi kulağımıza gelmiştir.
İtalyan kökenli olması ve size olan sevgisini de göz önünde bulundurarak, Mirza
Bey’i Napoli Eyaleti Beylerbeyi olarak atıyorum. Mirza Paşa bu günden sonra,
Osmanlı’nın İtalya’daki kılıcı ve sesi olacaktır. Hayırlı uğurlu olsun!”
***
Şehrin
fetholunmasının üzerinden bir ay geçmişti. Mirza ve Gemma’nın düğünü şehir
meydanında büyük bir coşkuyla devam ediyordu. Daha önce görülmemiş bir ziyafet
hazırlanmıştı ve halka bol bol yemek dağıtılıyordu. Çalgıcılar halkı
eğlendirmek için ellerinden geleni yapıyor, İtalyan ezgileri ile topluluğu
coşturuyorlardı. Kuşatma zamanında yaşanan zorluklar, şimdiden unutulmuşa
benziyordu.
Osmanlı ordusu
geriye kalan sekiz yüz Otranto askerini esir almış ve Arnavutluk’a sürgüne
göndermişti. Mirza her ne kadar Gedik Ahmet Paşa’yı bu konuda, aksine ikna
etmeye çalışsa da başarılı olamamıştı. “Seni bu kadar yoğun bir grubun içinde
tehlikeye atamam Mirza, kararım kesindir.” demişti. Buna rağmen sivil halka
dokunulmamış, mallarına zarar verilmemişti. Halkın bir bölümü Osmanlı
idaresinden memnun olmasına rağmen, bir bölümü hala bunu kabullenememişti.
Mirza, yine de durumdan umutluydu.
“Tanıştığımız
günü hatırlıyor musun Gemma?” diye sordu yanında oturan Gemma’ya.
“Hiç
unutur muyum Mirza?” dedi ve boynunda taşıdığı madalyonu çıkararak Mirza’ya
gösterdi. Madalyonun üstündeki Otranto burçları, gerçeğini aratmıyordu. Tanıştıkları
gün, Mirza bu madalyonu ona hediye etmişti.
Mirza,
cebinden başka bir kolye çıkararak Gemma’nın boynuna taktı. Kolye, Largo
ailesinin simgesi olan arka ayakları üstünde yükselmiş bir aslan figürüydü.
“Bana
verdiğin bu emanet tekrar senindir Gemma’m. Otranto burçları Largo ailesinin
olduğu için, boynundaki madalyon da bu kolyeyle birlikte durmalı.” dedi Mirza.
Gemma
gülümsedi, madalyonu ve kolyeyi avucuna aldı. Mirza’nın da dediği gibi birlikte
çok güzel gözüküyorlardı.
“Bir gün
gelecek Mirza’m, çocuklarımız, Gemma Largo ve Mirza Paşa’nın çocukları, bu
burçların sahibi olacak. Artık Otranto kentinin simgesi sadece aslan değil,
burçların önünde yükselen aslan olacak.” dedi Gemma ve Mirza’nın yanağına ilk
tanıştıkları günkü gibi bir öpücük kondurdu.
Aradan
bu kadar zaman geçmesine ve bu kadar olay yaşamalarına rağmen, Luccalı Luka’nın,
diğer adıyla Napoli Valisi Mirza Paşa’nın bu öpücük sonrasında hissettiği
duygular ve mutluluk, ilk tanıştıkları gün aldığı öpücük sonrasında
hissettikleri ile birebir aynıydı.
*** SON
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder